Avrupa’nın iki yüzü!

Prof. Dr. Kadir Canatan’la Charlie Hebdo saldırısıyla birlikte yeniden gündeme gelen İslâmofobi kavramı üzerine söyleşi gerçekleştirdik. Canatan; ”İslâm’ın farklı yorumları var. Bunlar uç yorumlardır. İslâm’ın kabul etmediği, tasdik etmediği yorumlardır. Bazı kişiler kendi eylemlerini haklı kılmak için dini bir araç olarak kullanıyorlar. Oysa din bu tür terör faaliyetlerine müsaade ediyor mu, bunu araştırmamız gerekiyor. İslâm’da cihat diye bir şey var evet, onu da konuşalım, tartışalım.” diyor.

İslâmofobi literatüre ne zaman girdi ve tam olarak neyi ifade eder?

İslâmofobi kavramı oldukça yeni bir kavram. 1990’lı yılların başında İngiltere’de ve Hollanda’da kullanılmaya başlanıyor. Olgu olarak, bir vaka olarak bakarsak, İslâm karşıtlığı.  İslâm hakkındaki önyargılar, ayrımcılık gibi konular tabi ki çok tarihsel, çok geçmişe dayalı; fakat bu kavram bizim için yeni bir kavram. İslâmofobi, bu tarihsel arka plandan biraz bağımsız olarak, Batı dünyasında yaşayan Müslümanlarla alakalı olarak ortaya çıkmış bir kavram. Yani Ortadoğu’ya, İslâm dünyasına dönük bir karşıtlığı ifade etmekten ziyade, Avrupa’da, Amerika’da, Kanada’da Müslüman azınlık olarak yaşayan grupları hedef alan bir ayrımcılık olgusu. Yani Batı dünyasında, ksenefobi dediğimiz yabancı düşmanlığı kavramı çok eskiden beri biliniyor. İslâmofobi, yabancı düşmanlığının uzantısında düşünülmüş, geliştirilmiş bir kavram. Yani nasıl yabancılara karşı bir düşmanlık varsa, Müslümanlara yönelik de bir düşmanlık var. Onu ifade edelim diye bu kavram düşünülmüş. Fakat Batı dünyasında bir de antisemitizim var. Bu çok daha eski bir kavram. Şimdi bu kavramın uzantısında düşündüğümüzde, bir de antiİslâmizm kavramını kullanabiliriz. Nitekim bunu kullanan birçok yazar da var.

Peki ikisi arasında bir ayrım var mı? Olmalı mı? Yoksa bu ikisi aynı şeyi mi ifade ediyor?

Bence ikisi arasında bir ayrım var. Şimdi anti-İslâmizm İslâm karşıtlığı anlamına geliyor. Yani Müslüman düşmanlığı. Yabancı düşmanlığı gibi değil, çok bilinçli bir ideolojik karşıtlık. İslâm aleyhinde çok ideolojik bir çalışmayı içeriyor. Daha çok aydınların, ileri gelenlerin başlattığı bir hareket, ideolojik bir kavganın ortaya çıkardığı bir kavram. Fakat İslâmofobi çok daha pasif anlamda, İslâm karşısında duyulan korku ve nefreti dile getiriyor. Ve sosyolojik bir kavram. Toplumun duygularını ifade eden bir kavram. Şimdi böyle bir ayrım yaptığımızda ve tarihsel olarak da yakın tarihe şöyle bir dönüp baktığımızda, hangisi önce gelir derseniz, bence antiİslâmizm önce gelir. Yani İslâmofobi doğmadan önce, özellikle İran İslâm devriminden sonra, Batı dünyasında İslâm’ı kendisiyle mücadele edilmesi gereken bir konu olarak gören bazı insanlar türemeye başladı.  Mesela 80’li yılların başında yazılmış bir kitap var, birçok Avrupa dillerine de çevrildi. İngiliz yazar John Laffin bu kitabı yazıyor. Kitabın ismi “İslâm Tehdidi”. Yani İslâm’ın, Avrupa’yı tehdit eden yeni bir düşman olduğu görüşü, aslında 80’li yılların başında ortaya atılmıştı. Ve İran devrimi sebebiyle oluştu. Çünkü İran devrimi kendi başına bir olay olmadı. Bölgedeki İslâmî hareketleri de su yüzüne çıkarttı. Daha önce böyle bir durum var mı yok mu çok bilinmiyordu Batı dünyasında. Sonra da böyle İslâmî hareketler geliştikçe Tunus’ta, Türkiye’de, Mısır’da buna karşı bir kesim mücadele edelim demeye başladılar. Aradan çok fazla zaman geçmeden bu soğuk savaş dediğimiz hikâye bitti. Berlin Duvarı yıkıldığında, 80’li yılların ikinci yarısında, bir çok uzman şunu dile getirmeye başladı: “Komünizm bizim için bir tehlike olmaktan çıktı. Ama yeni bir düşman var; İslâm.”

Dolayısıyla daha önce çok az bir kesimin ifade ettiği bu fikir, Soğuk Savaş sonrası birden taraftar kazanmaya başladı. Bence güvenlik ve istihbarat birimleri de buna teşvik etmeye başladılar, sebebi de şu; bu kurumlar Soğuk Savaş döneminde komünizmle mücadele için oluşturulmuş kurumlardı. Düşman ortadan kalkınca onlar boşluğa düştü. Ne yapacaklarını şaşırdılar, onun için yeni bir düşman oluşturma gereği duydular. Nitekim o yıllarda yazılan raporlarda, makalelerde, bunu açıkça ifade eden kişiler oldu. Yine aynı yıllarda, Ham-Millwall’ın ‘Medeniyetler Kavgası Makâlesi’ kitabı ortaya çıktı ve çok tartışıldı. O halde ben diyorum ki, bu antiİslâmizm, İran devrimine ve İslâmî hareketlere karşı bir tepki olarak doğdu. Soğuk Savaş’tan sonra da yeni bir düşman olarak İslâm’ın ilan edilmesiyle de taşlar yerine oturdu. Bunun akabinde de Batı dünyasında yaşayan Müslümanlar’a düşmanlık ortaya çıktı ve bunu da İslâmofobi olarak niteledik biz. Çeşitli olaylar oldu. Bu olayların sorumlusu olarak “İslâm” ilan edildi. Halbuki daha önce benzer sorunlarda, bunlar sosyal ekonomik sorunlar değil denilip geçiliyordu. Fakat daha sonra bütün bu sorunlar, İslâmize edilmeye başlandı. Hatta şu denmeye başlandı: “Bizim göçmenlerle sorunumuz yok. Müslüman göçmenlerle sorunumuz var”. Yani bu kamuoyundaki söylem değişikliği problemlerin algılanmasını da değiştirdi. Daha önce, ‘göçmenlerle ilgili çeşitli sorunlar var, biz bunları çözmekle meşgulüz’ diyen insanlar, ‘bu sorunlar İslâm’dan kaynaklanıyor’ demeye başladı. Müslüman kimlikli göçmenler, Avrupa’ya uyum sağlamak istemeyen, Batı’nın geleceği açısından tehlike arz eden bir konumda görülmeye başlandı.

Peki bu durum İslâm dininin Avrupa’ya hâkim olması ile ilgili bir korku mu?

Anti İslâmist çevrelerin söylemlerine, sloganlarına, yazıp çizdiklerine bakarsanız onlar diyorlar ki: İslâmiyet daha önce Hristiyanlığın yaşadığı sekülerleşme sürecini yaşamadı. Modernleşmeyle bir yüzleşme içinde olamadı. Bugün İslâm farklı bir konumdadır. Batı dünyası Orta Çağ’dan çıkarken Hristiyanlık ile nasıl mücadele edildiyse, Hristiyanlık bir problem olarak algılandıysa, Fransız Devrim’i ile din ve devlet işleri birbirinden nasıl ayrıldıysa, aynı şekilde bugün de İslâm böyle bir süreci yaşıyor, deniyor. Avrupa bu süreci yaşayıp geçti, şimdi İslâmiyet ile birlikte, biz yeni bir süreç yaşıyoruz, diyorlar. Bununla kavga edilmesi gerekir deniliyor. Yani onların söylemlerinde Avrupa’nın İslâmlaşması gibi bir tehlikeden bahsediliyor. Bu Pegida hareketini biliyorsunuz, Almanya’da Dresden’de doğdu. Onların da açılımı, Avrupa’nın da Batı’nın da İslâmlaşmasına karşı Avrupa Vatanseverleri Örgütü oldu. Yani İslâm’ın bir tehdit olduğunu düşünüyorlar kesinlikle. Tabi bunu besleyen dinamikler nedir diye bakarsak; Müslümanlar Avrupa’ya ilk gittiklerinde çoğu vasıfsız işçi, onların çalışmadığı işlerde çalışıyorlar, düşük ücretliler, en alt sınıfı oluşturuyorlar. Fakat ikinci, üçüncü, dördüncü kuşakla birlikte orda eğitim görmüş, iyi meslekler edinmiş, iyi pozisyonlara gelmiş Müslümanlar da var. Dolayısıyla İslâm’ın bir ilerlemesi de var. Eğer o kuşak değişimini, sosyal obiliteyi yorumlayacak olursak, onlar orda bu kuşaklar üzerinden İslâm’ın temsilinin güçlendiğini de düşünüyorlar. Şimdi batı dünyasında nüfus problemi var.  Müslüman nüfus artıyor. Dolayısıyla bu korkularını besleyen bir takım gelişmelerin olduğunu da görüyorlar.

64er

Charlie Hebdo saldırısı ve sonrasında yaşananlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Fransa’da bu dergiye yapılan saldırılar bence bir birikimin ifadesi. Yani böyle durup dururken kendi başına çıkmış bir olay değil. Bu olayları anlamamız için 11 Eylül’e dönmemiz lâzım. Çünkü 11 Eylül ile Batı dünyası esas bir dönüşüm yaşadı. Bir kriz içine girdi. Bu krizin mahiyeti şu: Batı dünyası Müslümanlara güvenmiyor. Müslümanlar ile Avrupa devletleri arasında, Amerika arasında bir güven bunalımı yaşanıyor. Müslümanlar da onlara güvenmiyor. Bu, sürekli bir gerilim noktası oldu, yani 11 Eylül’den sonra yazılıp çizilen yazılara baktığımızda, Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar arasındaki kriz giderek derinleşti. Ve zaman zaman da çatışmalara dönüştü. Bu çatışmaları iki yönüyle değerlendirmek gerekiyor. 11 Eylül ile birlikte, Müslüman kişi ve kurumlara yönelik saldırılar yapıldı, çok sayıda cami kundaklandı. Bazen insanlar öldü. Dolayısıyla bu saldırılara karşılık verme amacıyla bazı uç gruplar da şiddete başvurmaya başladılar. Yani bir etki tepki meselesi bu. Şimdi bu son olay biraz işin çığırdan çıkması, yeni bir boyut kazanması demek. Neden diyeceksiniz. Daha önceki çatışmalarda uluslararası boyut biraz geri plandaydı. Son yıllarda Ortadoğu’da yaşanan sıcak gelişmeler var, bunlar Avrupa’daki Müslümanları da bir şekilde etkiliyor. Yani ilginçtir; nasıl Soğuk Savaş dönemi, İran/İslâm devrimi, o anti-İslâmizmin doğuşunu hazırladıysa, Bugün Ortadoğu’da meydana gelen malûm Irak, Suriye, Filistin, Mısır gibi olaylar orayı etkiliyor. Belki orada bu tarafı etkiliyor. Şimdi ordaki kimi gençler, özellikle orda doğup büyüyen gençler Ortadoğu’daki kardeşlerine sözde yardımcı olmak amacıyla çeşitli savaş hareketlerine katıldılar. IŞİD’e, El-Kaide’nin yapmış olduğu hareketlere bizzat Avrupa’dan gelip katılmış gençler var. Onlar kendi perspektifinden öyle düşünüyorlar. Günümüzde iletişim çok hızlı. İnternet üzerinden çeşitli örgütler oralardan üye devşirebiliyorlar. Bazı gençler, onların samimi olduğunu düşünüyorlar. Gidip orda mücadele ediyorlar. Dolayısıyla onu, eğer Ortadoğu’dan bir örgüt bir talimat verirse kullanabiliyorlar. Bu son olayda Yemen kökenli El-Kaide bu gençlere böyle bir görev vermiş. Fransa, Yemen’de, Ortadoğu’nun bazı ülkelerinde, Kuzey Afrika’da falan çok etkili bir ülke. Dolayısıyla ona bir nevi gözdağı vermek isteyen bu gruplar, böyle bir olayı gerçekleştiriyorlar. Niye hep Charlie Hebdo? Çünkü hatırlarsanız bu Danimarka’daki karikatür krizinden bu yana bu dergi İslâm aleyhtarı, Hz. Muhammed aleyhtarı karikatürler yayınlıyor. Öyle bir anti İslâmî çizgisi var. Dolayısıyla, bu hedef seçilerek bir anlamda anti-İslâmî gruplara, bu grupları bir anlamda koruyup geliştiren ülkelere bir gözdağı verilmek istendi. Yani olay çok yönlü. Uluslararası boyutu var, Avrupa içi dinamiklerle ilgisi var, bir birikim var, Avrupa’da yaşanan bir gerginlik var. Bu nedenle zaman zaman çatışmaya da dönüşüyor. Artık şunun bilinmesi gerekiyor ki, gerçekten küresel bir dünyada yaşıyoruz. Yani Dünya’nın Ortadoğu’sunda olan olaylar bizi ilgilendirmez diyemeyiz. Veya Avrupa’da olan bir takım olaylar bizi ilgilendirmez diyemeyiz. Bunlar hem birbiriyle bağlantılı, hem de bizler bu gelişmeler içerisinde bir pozisyon almak durumundayız. Kimin ne yaptığı ne söylediği çok önemli.

534fds

İslâm âlemine düşen nedir bu durumda? Ne yapmamız lâzım?

Şimdi çok önemli bir durum var; o da şu: “Uluslararası ilişkilerde din rol oynamaz. Çıkarlar belirleyicidir” diye bir görüş var. Eski bir görüş. Oysa bugün görüyoruz ki, uluslararası olaylar, sadece ulusal çıkarlara, özellikle de ekonomik, siyasî çıkarlara indirgenemeyecek kadar karmaşık ve çok boyutludur. Dinî ve kültürel boyutları da var. Giderek bu ilişkiler dinî ve kültürel bir renk de kazanıyor. Bu bakımdan Türkiye’nin aldığı tavır bence olumlu bir tavır. Türkiye en yüksek düzeyde, Başbakanı’nın Avrupa’daki yürüyüşe katılmasıyla adeta dünyaya şöyle bir mesaj vermek istedi: Biz Batı dünyasında yapılan anti İslâmî yayınlara, Müslüman kuruluşlara yapılan saldırılara karşıyız. Ama bunlara dönük orantısız bir güç kullanımı olursa, yani terör örgütleri devreye girerse, biz bunlara da karşıyız.

Yani hem teröre hem de anti İslâmî hareketlere karşıyız, diye bir mesaj verdi. Türkiye kendince bir rol benimsedi. Bu rolü temsil etmeye çalışıyor. Bu siyasî bir tavır. Diğer Müslüman ülkelerin de benzer bir rol üstlenmesi iyi olur. Filistin Devlet Başkanı’nın yürüyüşe katılması ile de güzel bir temsil yakalandı. Fakat bu yeterli değil. Aydınların da, kamuoyunun da, medyanın da bu sürece katkıda bulunması gerekiyor. Her ülkede şiddet yönelimi olan gruplar azınlıkta. Fakat bunlar çok ses getiriyor. Çünkü şiddet aracını kullandıkları için çok ses getiriyorlar. Ve sanki çoğunluğu temsil ediyormuş gibi de bir hava oluşturuyorlar. Bence bu algıyı değiştirmemiz gerekiyor. Çoğunluk aslında anti İslâmî değil. Müslüman dünyanın da çoğunluğu bu terör eylemlerine destek vermiyor. Dolayısıyla bu çoğunluğun sesini kim dile getirecek? Aydınlar dile getirecek, medya dile getirecek. Çoğunluğun sesi olabilirse bu insanlar, o zaman biraz önce bahsettiğimiz o siyasi temsil güçlü bir toplumsal, kültürel, medyatik destek de kazanmış olacak. Dolayısıyla, bu anti İslâmî eylemler veya terör eylemlerinin yapmak istediği yıkıcı olaylar nötralize edilmiş olacak. Ve bunu yapamazsak, biz hakikaten çok küçük bir azınlığın yaptığı olaylar karşısında çoğunluk olarak pasif duruma düşmüş olacağız. Bu büyük bir haksızlık olur.

534r

İslâm dininin terörle birlikte anılması hakkında ne düşünüyorsunuz? İslâm ve terör kelimelerinin yan yana gelmesi oldukça rahatsız edici.

Bu sorduğunuz soru çerçevesinde üzerinde durulması gereken iki nokta var. Birincisi, genelleştirme eğilimi. Bu herkes tarafından yapılıyor. Mesela Fransa’daki dergi Hz. Muhammed’in (asm) karikatürünü yayınladı diye Müslüman dünyası hızlı bir şekilde, “Batı İslâm düşmanı, zaten bunu yapar” diyerek, bir derginin yaptığı işi, böyle tekil bir olayı, bütün Batı dünyasına mal etme gibi bir genelleştirme içine giriyor. Bunun tersi de var, İslâm dünyasında da bir terör faaliyeti olduğu. İşte aşırı bir grup eylem yaptığında “Müslümanlar zaten hep bunu yapar, İslâm teröre teşvik ediyor. Çünkü İslâm’da cihat diye bir şey var” diye genelleştirme yapmak orda da var. Dolayısıyla bu genelleştirmeden sakınmamız gerekiyor. Tekil olayları kendi bağlamında değerlendirmek gerekiyor.

İkincisi, damgalama olayı. Bu da çok sık yapılan bir şey. Bu nasıl yapılıyor? Mesela Batı dünyasında Breivik olayı var. 77 tane insan öldü. Norveçli bir genç Breivik. O dönemde ben yurtdışındaydım, araştırma için gitmiştim. Hollanda’da bir araştırma yapıyordum. Bir ay kadar oranın medyasını izledim. Hiç kimse o Breivik’in bir Hristiyan teröristi olduğunu, ideolojik anlamda, hangi ideolojiye mensupsa o ideolojinin adıyla sıfatıyla anılan bir terörist olduğu söylenmedi. Tekil bir olay olarak görüldü. Dinî kimlik bizim kimliklerimizden bir tanesidir. Ben aynı zamanda Türküm; etnik bir kimliğim var. Müslümanım; dinî bir kimliğim var. Akademisyenim; akademik bir kimliğim var, bir sürü kimliklerim var. Fakat, biz bu kimliklerden bir tanesini seçip, bunu şu kimlikle yaptı, diyoruz. Bir grubu damgalıyoruz. Çünkü o kimlik sadece o kişinin kimliği değil. O geniş bir kesimi temsil ediyor. Dolayısıyla orda kimi hedef göstereceksek, hangi kimliği hangi ideolojiyi, hangi kültürü hedef göstereceksek, o kimliği tercih ediyoruz. Burada bir damgalama var. Mesela Avrupa’da şu tartışıldı uzun yıllar; bırakın böyle terör olaylarını, adi suçlarda da bir kişi suç işlediği zaman, bunun etnik kimliğini söyleyelim mi söylemeyelim mi? Çünkü adi bir suç olayında o kişinin etnik kimliği çok önemli değil. Ama Almanya’da, Fransa’da bir yabancı suç işlediği zaman, bu Türktür, Araptır, Müslümandır gibi ifadeler kullanılıyor. Ama bir Avrupalı yaptığı zaman bu Hollandalı denmiyor, bu Alman denilmiyor. O sıradan bir vatandaş, ismi omlayan, anonim bir kişilik olarak ortaya konuluyor. Bence burada hangi olayı hangi sıfatla vasıflandırmamız gerekir, bu konu üzerinde iyi düşünmemiz gerekiyor. Tabi Müslüman gençlerin yaptığı saldırılarda, Müslüman kimliklerini öne çıkarma gibi bir çabaları da söz konusu. İslâm adına meydana çıktıklarını ve kavga verdiklerini söylüyorlar. Bu hemen karşı taraf için malzeme oluyor. Bence bugün Müslümanlar ne yapması gerekiyor sorusuna verilecek en basit cevap “hiç bir şey yapmasınlar”, çünkü ne yaparlarsa Batı dünyası bunu Müslümanlar yapıyor diye kayda geçiyor. Dinî kimlik ön plana geçirilmiş durumda. Ama iyi işler yaptığımızda dinî kimliğimizi öne geçirmemiz gerekiyor. Kötü işler yapıldığında, bunun İslâm ile bir ilişkisi varsa, bunun da bir özeleştiri şeklinde tartışılması gerekiyor. Ben bu özeleştiriden kaçamayacağımız kanaatindeyim. Yani, bazı gruplar çıkıp İslâm adına bu eylemi yaptıklarını söyleyebilirler. O zaman burada şunu tartışmamız gerekiyor. O grubun arkasında duran bir güç olarak ilan etmek yerine, hangi gruplar hangi dinî anlayış ile bunu yapıyorlar, ona bakmamız gerekiyor. Yani İslâm’ın farklı grupları olduğunu, farklı mezhepleri olduğunu bilmemiz ve o İslâm içindeki farklılaşmayı görmemiz gerekiyor. Batı dünyası işte bunu yapmakta zorlanıyor.

Denmesi gereken şu: İslâm’ın farklı yorumları var. Bunlar uç yorumlardır. İslâm’ın kabul etmediği, tasdik etmediği yorumlardır. Bazı kişiler kendi eylemlerini haklı kılmak için dini bir araç olarak kullanıyorlar. Oysa din bu tür terör faaliyetlerine müsaade ediyor mu, bunu araştırmamız gerekiyor. İslâm’da cihat diye bir şey var evet, onu da konuşalım, tartışalım. Ama cihadı, İslâm’ı temsil eden meşru bir otorite ilan eder; İslâm devleti diyebileceğimiz bir devletin Müslüman devlet başkanı olan kişinin bunu ilan etmesi lazım. Onun gerekçeleri vardır mutlaka. Devlet meşru bir savaş yaparsa, siyasî bir güç savaşı yaparsa, o zaman cihad olur, terör olmaz. Onun için terörü yapan cihat yapıyorum diyemez. Ama biz bu ayrıntıları çok gündeme getiremiyoruz, izah edemiyoruz. Batı’nın algısı zaten genelleştirme doğrultusunda. Özellikle kriz dönemlerinde insanlar sağlıklı düşünemiyorlar. Ben bunu çok iyi gördüm. 11 Eylül’den sonra, toplum bir iki yıl içinde çok hızlı bir zihinsel dönüşüm geçirdi. Ve daha önce yaptıkları nüanslı tartışmaları yapamaz duruma geldiler. Sağduyu kayboldu. O beni korkuttu. Benim Avrupa’dan dönmek gibi bir fikrim yoktu. 2005 te buna karar verdim. 2001’den 2005’e kadar oradaki gelişmeleri, kamuoyunun aleyhimize dönüşünü gördükten sonra ben artık orda sağlıklı bir iletişim, onlarla birlikte bir yaşam olabileceği fikrinden uzaklaştım.

453242

Şu andaki durum nedir?

Bu giderek derinleşti maalesef, ben zaman içerisinde gittim geldim, oradaki Türkler ile, Müslümanlar ile çok sayıda görüşmelerim oldu. Onlar Türkiye’ye geldiklerinde yanıma uğradılar. Önceki yıllardan daha iyiye mi gidiyoruz, daha kötüye mi gidiyoruz şeklindeki değerlendirmelerde hep daha kötüye gidiyoruz cevabı çıktı. Hem ekonomik olarak, hem siyasî olarak, hem psikolojik olarak, hem kültürel olarak çok yönlü bir geriye gidiş var Avrupa’da.

Büyük fikirler, büyük dönüşümler de bu krizlerden çıkıyor. Ben, 11 Eylül olduğunda, bir gazetede yazı yazmıştım. “Acaba 11 Eylül bir konjüktür mü yoksa yapısal bir durum mu?” diye. O günkü öngörülerim yapısal bir durum olduğu şeklindeydi. 11 Eylül hayatımızı öyle değiştirecek ki, bu böyle gelip geçici bir şey değil, bu hayatımıza sinecek, uzun vadeli etkileri olacak, demiştim. Bakın o günden bugüne tam 15 yıl geçti. Giderek kötüleşti. Bugün Avrupa’da tekrar bir terör saldırısı kaygısı var. Bütün Avrupa devletlerinde; her ne kadar bu olay Fransa’da olduysa da, tıpkı 11 Eylül’de olduğu gibi Avrupa ülkeleri dedi ki, bu bize de yapılmış bir saldırıdır. Oradan kendilerine bir pay çıkarttılar. Bugün de diğer Avrupa ülkeleri kendi ülkelerindeki Müslümanlar ile ilgili bilgileri tarıyorlar. Olası bir en ufak gelişmeyi değerlendirmek için, önceden kestirebilmek için ellerindeki çeşitli istihbarat bilgilerini değerlendiriyorlar. Çeşitli kişi ve kurumlara yönelik baskınlarda bulunuyorlar. Dolayısıyla böyle bir nevi Müslüman avcılığı yapılıyor. Olay çok genelleşmiş durumda. Avrupa ülkelerinde, İslâm ve Müslümanlık güvenlik meselesi haline gelmiş durumda. Bu ne kadar devam eder bilmiyoruz. Ama bu olaylarla birlikte, sanırım Avrupa bir sınavdan geçiyor. Bunun bir sonucu olacak diye düşünüyorum. Yani uzun vadeli bir sonuç. Ama bu sonuç eğer olumluya dönerse, iyi bir sonuç olacak. Fakat bu olumsuz dönem ne kadar devam eder, bilemiyorum.

Fransa Cumhurbaşkanı’nın İslâmofobinin, antisemitizm gibi, bir suç olarak kabul edilmesi gerektiğine dair açıklaması da çok önemli, değil mi?

Bence o güzel bir açıklama oldu. En çok dikkatimi çeken açıklamalardan birisi oydu. Daha önce bunun tartışması Avrupa’da yapıldı. “İslâmofobi” bir suç olabilir mi? Ayrımcılık olarak nitelendirilip, bununla mücadele edilebilir mi hukuksal olarak? Bu konuda çekimser bir tavır vardı. Yani bugün Fransa cumhurbaşkanının düzeyinde böyle bir öneri telaffuz ediliyorsa, bence bu çok önemli bir gelişme. Avrupa kendisini olası terör saldırılarından korumak istiyorsa anti İslâmizm ile mücadele etmek zorunda. Çünkü o olduğu sürece, onlara yönelik bir terör saldırısı da mutlaka olacak. Etki ve tepki meselesi. Nasıl geçmişte Yahudiler Avrupa’da büyük kıyımlar geçirdiyse, bunun akabinde antisemitizm bir suç olarak ilan edildiyse, bunun gibi Müslümanlara yönelik saldırılar da, yani anti İslâmizm de bir suç olarak algılanabilir. Bu yapıldığında Avrupa, Müslümanlar lehinde çok önemli olumlu bir adım atmış olacak, dolayısıyla terör örgütlerinin mazeretlerini de ortadan kaldırmış olacaklar. O bence ilişkilerin normalleşmesi söz konusu olabilir.

Bediüzzaman’ın ‘Avrupa ikidir’ söyleminden bahsedebiliriz burda sanırım…

Avrupa’nın her zaman iki yüzü oldu, yani dünyaya dönük iki yüzü. Bir tarafta bakıyorsunuz; Avrupa sömürgecidir, köleciliği başlatmıştır. Sömürgelerinde insanlık dışı işler yaptılar. Fakat, aynı Avrupa köleciliği de kaldırdı. İnsan haklarını da geliştirdi, demokrasiyi de geliştirdi. Dolayısıyla, Avrupa’yı bu iki yüzüyle tanımamız gerekiyor. Olumsuz olan yüzünü birlikte konuşacağız. Bizim de olumsuz yönlerimiz var, onların da olumsuz yönleri var. Avrupa deyince saf, temiz bir Avrupa yok. İslâm dünyası deyince de, her yönüyle kara, dibe batmış, sefih medeniyet değil. Her iki dünya da kendi olumsuzluklarını kendi önüne koyup, birlikte çözüm yolu arayacaklar. İyi noktalarda da birbirlerine hakkı tavsiye edecekler. Bundan daha başka bir yol olamaz. Her şerden bir hayır çıkar sözü var, ben buna şiddetle inanıyorum. Yani hayat paradoksaldır. Hiç beklemediğin an yeni bir şey doğabiliyor. Her şey iyiye giderken de kötü bir şey çıkabiliyor. Onun için, hayata paradoksal bir yapı olarak bakmakta fayda var. Hep ümitsizlik iyi bir şey değildir. Ama hep ümitvar olmak da iyi bir şey değildir. Biraz gerçekçi olmak gerekiyor. Risklerle savaşmak bunları göğüslemek gerekiyor. Belli bir bakış açısı bizi bir yere götürür diye düşünüyorum.

535343

Martin Luther King bu sonucu düşünebildi mi acaba?

Bence o insanlar birer rüya gördüler. O rüyalardan bahsettiler. O rüya diğerlerinin ütopyası oldu. O yönde toplumu sevk ettiler. Liderlerin toplumdaki yönlendirici rolü, çeşitli risklerle baş etmedeki tutumları çok belirleyici oluyor. Topluma da bir rol modellik sunuyorlar. Yani bu krizlerle liderler de iyi baş ederse toplum da bunlara uyuyor. Ama bakın, Amerika’da 11 Eylül olayları olduğunda dönemin devlet başkanı, ‘haçlı seferine çıkıyoruz, hazır olun’ demişti. Ve çok kötü bir örnek olmuştu. Ve o açıklama insanların zihnine yansıdı. İslâmofobi o dönemlerde, bu tür açıklamalarla körüklendi. Bu tür olumsuz örnekler de var.

Fransa Cumhurbaşkanı’nın açıklaması o dönemle kıyaslandığında çok yerinde bir açıklama…

Tabi. Çok ileri bir düşünce. Hem dünya liderlerini yanına alıp, teröre karşı ortak bir tavır geliştirmesi, hem de aynı zamanda, ‘bütün Müslümanlar terörist değildir, biz bu İslâm’a sataşan gruplarla da mücadele etmeliyiz, hatta İslâmofobiyi bir suç ilan etmeliyiz, bununla hukuksal olarak da mücadele ediyoruz’ demesi, çok sağlıklı bir tavır bence.

 da2342

Fransa’da Faslı bir Müslüman öldürülmüş bugünlerde, bu tür durumların giderek artması mümkün gözüküyor galiba?

Bu birtakım büyük olaylar, liderlerin açıklamaları tabana da yansıyor, yani sıradan insanlar da bunlardan etkilenip harekete geçebiliyorlar. Tabi ilk önce, toplumda sağduyu sahibi olmayanlar, hatta psikiyatrik anlamda problemli olan kişiler bundan çok etkileniyorlar. Ve bunlar da kendilerine göre bir mücadele şekline giriyorlar, olumsuz bir tepki gösteriyorlar. Bir kişinin kalkıp yıllarca birlikte yaşadığı komşusunu öldürmesi, sağlıklı bir tutum değil. Toplum sağlıklı olmazsa, insanlar da bundan olumsuz etkileniyor. Bu kişiler yanlış yönlendiriliyorlar.

Bu açıdan İslâm toplumunu, Müslüman gençliği sağlıklı görüyor musunuz?

Bugün dünya çapında bir tartışma var. O tartışmaya ülke olarak bizim de katılmamız gerekiyor. Farklı etkinliklerle insanların zihinlerindeki çözülmeyen noktaları, karışıklıkları çözmek gerekiyor. Çünkü problemlerin önemli bir kısmı zihinseldir. Yani bir kişi toplumda olup bitene anlam veremiyor, olanları kavrayamıyor, belirsiz bir ortamda da ne yapacağını bilemiyor, yanlış adımlar atabiliyor. İnsanlar için bir pusula işlevi görmek gerekiyor. İnsanların nereye gideceklerini zihinsel olarak bilmeleri gerekiyor. Bence bu farklı türden etkinlikler; medya etkinlikleri olsun, panel, konferans, seminer gibi etkinlikler olsun, biraz önce bahsettiğimiz o genelleştirme eğilimlerini kıracak, damgalama eğilimlerini kıracak, insanların daha sağlıklı düşünmesine yol açacak. Yani sağlıksız bir ortamı düzeltebilmek için sağlıklı düşünmenin yolunu bulacağız. Bu yapılmazsa, bu sağlıksız atmosfer, bu güven bunalımı, korkular, endişeler artacak. Bunlar insanların sağlıksız düşünmesine yol açıyor. Onun için bir an önce, kendini İslâm adına, toplum adına sorumlu hisseden çevrelerin harekete geçip, bu kriz dönemini nasıl geçirmeliyiz diye insanlara anlatması gerekiyor. Burada üniversitelere de roller düşüyor. Çok sayıda gencin, öğrencinin bulunduğu bu kurumlarda da bu tür faaliyetlerin yapılması gerekiyor bence. Gençler okumalı. Bizim gençliğimizin bugün en büyük problemi okumamak. Ne ders kitaplarını okuyorlar, ne başka türlü şeyleri okuyorlar. Çok görsel bir okuma biçimleri var. Resimlere bakıyorlar, çeşitli oyunlara bakıyorlar. İnternette sörf yapıyorlar. Bu kesinlikle yeterli değil. Olayları anlamaları için ciddi okumalar yapmaları gerekiyor. Bunu da bir görüşe, bir gazeteye bağlı olmadan, birçok görüşü tarayarak, bunların hangisinin makul olduğunu tespit ederek yapmaları gerekiyor.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*