Kıyametler bir defter içinde

Şarkılar, şiirler, ertelenmesi, geciktirilmesi asla düşünülmeyen işler yarım kalacak. O gün gelecek. Güneş katlanıp dürülecek elbette. Yıldızlar kararıp dökülecek. Dağlar salıverilecek. Denizler kaynatılacak, ruhlar bedenlerle birleştirilecek. Diri diri öldürülen, toprağa canıyla gömülen kızların çığlığı makes bulacak. Defterler açılacak; bütün incelikleriyle, detaylarıyla. O gün gelecek. Birbirlerine neyi soruyorlardı sahi insanlar? Sevgililer yarım kalmıştı. Geç kalan, geç kalmıştı.

Yemin edilmişti çünkü kıyamet gününe. O büyük günün maksadı âyetlerin altından bir nehir gibi akarken, insanlar birbirlerine neyi soruyorlardı? Kıyametimiz yaklaşıyordu, gerçekti. Kelimelerin yüzeyinde görünen reşhalar, kelimelerin altında havuzun bulunduğuna ima ediyor; gün, sene, ay, yıl mükerrer kıyametlerle doluyordu. İnsanın yetenekleri, istekleri, yapısı kıyamete bir remizdi. İnsandaki sonsuz eğilim ve emeller kıyameti istiyordu. Nasıl da düşünmemiştik, “fikret, ibret, ünsiyet” nedir, düşünmüyorlardı! Pişmanlık duyan nefis, bir uzun yürüyüşte miydi? Diriltilmeye, hesaba çekilmeye müteveccih değil miydi? İnsan, kemiklerinin bir araya toplanamayacağını mı sanıyordu? Parmak uçları bile aynen eski hâline gelecekken ne oluyordu ki insan önündekini (kıyameti) yalanlamak istiyordu? “Kıyamet günü de ne zamanmış?” diye sorgulamaya mı kalkışıyordu? İnsanın isyanları küstah ve anlamsız değil miydi?  Nice yüzler seccade mi görmüyordu, nice zihinler yarından bîhaber miydi?

Evlerde, şehirlerde karanlık mı egemendi? İnsan cahil, insan cesur muydu? Keman sesleri, içli ezgiler niçin çare olamıyordu? Şarkına mukabil bir şarkı, gönlüne mukabil bir gönül, ıstırabına mukabil bir ıstırap bulunmuyor muydu? Boşuna mı çile çekilmişti, boşuna mı gözyaşı dökülmüştü? Odanda gece yarılarında yalnız başına ağlamaların beyhude miydi? Sevgililer yarım mı kalacaktı?

Vaktâ ki göz kamaştı. Ay tutuldu, karardı. Güneşle ay buluştu. Ay ve güneş için yazılmış şiirler son buldu. Ay’ı ve Güneş’i ilah edinen sanatlar sustu. Edebiyatı ve sanatı seyyidinden kaçmış bir köleye dönüştürenler konuşamaz oldu. Ayetlerle alay edenler lâl kesildi. Allah’ı unutmak ve unutturmak isteyen şarkılar, eğlenceler târ ü mâr oldu.  “Kaçacak yer neresi?” diye korkunç telaş başladı. Nereye kaçıp sığınabilirdi beşer? Dünyadan, kabirden, hesaptan nereye, kime tahassün edebilirdi? “Var mı kaçıp sığınacak bir yer?” diye arandı durdu. Hangi fani, hangi kuvvet, hangi eğlence, hangi maddi veya manevi sarhoşluk, hangi uygarlık, hangi sanat, hangi karikatür, hangi batıl mabud onu kurtarabilirdi? Cevap bulamadı. Yoktu.  O gün varıp durulacak tek yer, sadece O’nun huzuruydu.

O gün insana, ileri götürdüğü ve geri bıraktığı ne varsa bildirilecek miydi? Artık insan, kendi kendinin şahidi mi olacaktı? İsterse özürlerini sayıp döksün, nafile miydi? Doğrusu, çarçabuk geçeni sevmişti de öteler ötesini mi bırakmıştı insan? Unutmuş muydu saatleri? Dakikaların nasıl geçtiğini mi fark etmemişti? Hoyratça harcamak zevkli miydi zamanı? Kaç liman, kaç gemi, kaç lisan kendisine seslenmişti de aldırış etmemişti? Yüzü buruştu şimdi. Vaktâ ki berzah kışı, kıyamet saati, mizan günü geldi. Bel kemiklerini kıran bir felâkete uğratılacağını sezdi. Fakat geç kalan, geç kalmıştı.

Derdine bir çözüm aradı. “Tedavi edebilecek kim var? Bir çare, derman, kurtuluş, ilaç” dedi. Can çekişmenin ne olduğunu, gençliğinde aklından bile geçirmemişti kendisi için. Peygamberi yalan saymış, beş vaktin incelikleriyle alay etmiş, güzelliği nerelerde aramıştı kimisi, hatırla ki… Yüz çevirmek tatlı gelmişti ona. Başıboş bırakılacağını mı sanmıştı? Veyl! Keşke ömür dakikaları tekrar… Veyl vadisi, uzayıp gidiyordu. Fakat geç kalan, geç kalmıştı.

Şimdi hayıflanmanın da, pişmanlık çığlıklarına sığınmanın da faydası kalmamıştı. Üç yerde kimse kimseyi hatırlamayacaktı:  Mizan yanında: Tartısı ağır mı geldi, hafif mi; öğreninceye kadar. Sahifeler uçuştuğu zaman: Kendi defteri nereye düşecek, öğreninceye kadar: Sağına mı, soluna mı, yoksa arkasına mı? Sıratın yanında: Sırat Cehennemin iki yakası ortasına kurulduğunda, bunu geçinceye kadar kimse kimseyi hatırlamaz. Bunları daha önce düşünecektin, diye mi söyleniyorsun? Ne söylediğin anlaşılmıyor. Sesin titriyor gibi geliyor bana. Vicdanınla mı konuşuyorsun sanki?

Keşke dünya bir gün dönse idi, ona neler neler anlatacaktım mı diyorsun şimdi de kendi kendine. Bütün huysuzluklarını, geçimsizliklerini, kinlerini bir yana mı bırakacaktın? Gençliğin yaprakları sararıp soluyor dostum. Seni kim, nasıl teselli etsin burada… Sana imbatlar, sarışın sabahlar, mevsimlerin ince tülleri verilmedi mi ki hâlâ bir şeyler arıyorsun sahil için? Deniz fasıllarını, mehtap güzergâhlarını, rüyalara açılan akşamsefalarını, gülümseyen yüzleri, yürüyen ayakları, o güzelim kaşlarını, gözlerini ne yaptın? Güzel İsimler’den akseden nakışlara ne oldu?

Hayatınla ışıklar söndürdün, lâtifelerine suikastler tasarladın. Yaylım ateşine tuttun nice güzel niyeti, nice masum bakışı. Mutlu edemediğin insan sayısı az değildi herhalde.  Anneni, babanı, kardeşini, ablanı, teyzeni, halanı, dostunu, hocanı, vatanını, arkadaşını düşündün. Bir sinema gibi akıp gidiyor binlerce yüz. Unutulmaya yüz tutmuş hiçbir yüz yoktu, anlamıştın. Değer miydi dünya başkasını üzmeye, kırmaya.

İşte geldin gidiyordun. Sevgiler yarım kalmıştı. Gittin, kıyametler açıldı bir defter içinde.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*