Said Nursî Türk fikir hayatının namusunu, şerefini kurtaran adamdır

Bir pazartesi günü sessiz bir sitedeki evinde ağırladı bizleri Sabahattin Aksakal…
Yılların hizmet eri tebessümü, heyecanlı ses tonu, hatıra yüklü belleğiyle bizleri karşıladı. İlk sözü “Daha önce neden gelmediniz, hatıralar uçup gidiyor zamanla…” idi. Bu sözü karşısında utandık, “Keşke daha önce gelebilseydik” dedik.

Röportajımız sohbet havasında geçti. Risale-i Nur hizmetinin tarihçesi ve neşriyatımız üzerine son derece faydalı bir sohbet gerçekleştirdik.

Bunların yanında Sabahattin Ağabey bizlere şahsî arşivini açtı ve tarihî belge niteliği taşıyan mahkeme dosyalarını, duruşma kayıtlarını ve siyah beyaz fotoğrafları gösterdi.

Kıymetli vaktinden bizlere zaman ayırıp evini bize açtığı için Sabahattin Ağabey’e; misafirperverliği için de Arife ablamıza teşekkür ediyoruz.

Allah onlardan ve bu serencamda emeği geçen herkesten razı olsun.

55

Risale-i Nur’la nasıl tanıştınız?

Gençliğimde dindar bir ailede yetiştim. Ben Erzurumluyum. İlkokul 3. sınıfı bitirdikten sonra babamın tayini ile İstanbul’a geldik. Ehl-i tarikat olan babam Müslüman dostuydu. Bütün Müslümanları, hususan büyük zatları çok severdi. Üstadımıza da çok dosttu ve büyük bir muhabbeti vardı.

O zamanlar babam; Büyük Doğu, Sebilürreşad, Serdengeçti ve Hür Adam gibi çeşitli mecmuaları alırdı. Hür Adam’da “20. Asrın Kur’ân tefsiri” diye devamlı Risale-i Nur’dan pasajlar çıkardı. Diğer mecmualarda da Nurcularla ilgili çeşitli haberler olurdu.

Zaman zaman Üstadı kastederek “Babacığım bu zat kimdir?” diye sorardım. O da, “Oğlum, bu zamanın en büyük âlimi bu zattır” derdi. Tabiî, babacığım “en büyük alim” diye bahsedince, daha çocukken büyük bir sevgi ve saygı oluşmuştu bende Üstada karşı.

Lise sona doğru gelirken, bende İslâm’a hizmet etme hususunda büyük bir istek meydana gelmişti. Kur’ân ayetlerinin hepsinin birer şifre olduğunu ve yabancıların bu Kur’ân ayetlerinden istifade ederek yeni buluşlar yaptığını duymuştum. Bunun üzerine bir fikir geliştirmiştim: Suudi Arabistan’a gidip Arapça ve Kur’ân ilimlerini öğrenecektim. O zamanlar Japonya ve Almanya bilim ve teknikte çok ileriydiler. Arabistan’dan sonra da Almanya’ya gidip müspet ilimleri öğrenerek, ben de Kur’ân ayetlerinden bir şeyler çıkaracaktım. Buluşlar, keşifler yapacaktım. Yani böylece İslâm’a hizmet etmek istiyordum.

Almanyaya nasıl gidecektim? Yeme içme konusunda çok hassastım. Almanya’da ise domuz eti, şarap, içki miçki… O beni düşündürüyordu. O günlerde bir Nur talebesiyle tanıştım. Oradan buradan hizmetlerden konuşurken bana Almanya’da Risale-i Nur Enstitüsü’nün olduğundan bahsetti. Oranın adresini isteyince, bilmediğini ama daha iyi bilen birisinin ismini ve adresini verebileceğini, onunla görüşebileceğimi söyledi. Gideceğim yer Süleymaniye, Kirazlımescid Sokak, Numara 6; görüşeceğim kişi Zübeyir Gündüzalp idi.

556

Günahlara girmeyeyim ve maksadıma hemen ulaşayım diye ertesi gün hemen verilen adrese damladım. Zile bastım. Abdülvahid ağabey açtı kapıyı. Dedim; “Ziver Gündüzalp burada mı?” “Evet burada” dedi. “Onunla görüşmek istiyordum” dedim, beni içeri aldı. Beklemeye başladım. O zamanlar Zübeyir Ağabey üst katta oturuyordu. Biraz sonra Zübeyir Ağabey aşağıya indi. Baktım üzerinde eski yamalı bir pantolon var, o yer de çok basit, bir şey yok, halı yok, küçük bir yer. O zamanlar ben de ehl-i tarikatın içindeyim. Erenköy’de Sami Efendi isminde büyük bir şeyh vardı, zaman zaman babamla onun ziyaretine giderdik. Giyimleri kuşamları iyi, zengin insanlardı. Ben öyle alışmıştım. Kirazlımescid’de karşılaştığım tablo ise biraz garibime gitmişti. “Burası böyle basit bir yer, sorularıma nasıl cevap verecek?” dedim. İlk önce içimden böyle geçti… Ama oturduk, tanıştık. Ben esas gayemi anlattım.

Zübeyir Ağabey konuşmaya başlayınca ben âdeta büyülenmiştim. O kadar güzel konuşuyordu ki… “Kardeşim bu Risale-i Nur tam senin gayene göre yazılmış” dedi. Ben “Fen ilimlerini öğreneceğim, ondan sonra Kur’ân ilimlerini öğreneceğim, ondan sonra da hizmet edeceğim” dedim. “Risale-i Nur da müsbet ilimler muvacehesinde, fenler vasıtasıyla iman hakikatlerini, Kur’ân hakikatlerini anlatmış. Tam senin istediğin şey. Hiç Almanya’ya falan gitmeye lüzum yok” dedi. “Yaa, öyle mi ağabey, yani benim gayem Almanya’ya gitmeden burada tahakkuk eder mi?” dedim. “Evet, sen Risale-i Nur’u oku!” dedi. Oradan bir kitap çıkarttırdı; Gençlik Rehberi’nden Abdülvahid ağabeye okutturdu, dinledik. Oradan bir kitap aldım ve eve geldim. Artık kafamda hep bu vardı. Bir ayağım oradaydı artık.

Sene 1962, ben o sırada lise sondaydım ve iş arıyordum; babama yük olmak istemiyordum. Neticede bir kitabevinde iş bulduk. Ama şöyle bir durum var: Devamlı Kirazlımescid’e gidip geliyorum. Zübeyir Ağabeye “Ağabey, burada kalayım” diyorum. O da, “Kardeşim, burası hizmet yeri, burada kalınmaz, ancak sen Risale-i Nur’u birkaç kez oku, devret. Ondan sonra… Çünkü burada kalırsan sağa sola koşturmaktan okumaya vaktin kalmaz. Okumayınca da hizmet edemezsin” diyerek hizmetin en birinci meselesinin iyi okumak olduğunu söylüyordu.

4564

Neşriyatın Risale-i Nur hizmeti için anlamı ve önemi nedir?

Nur hizmetinin kendisi neşriyat, neşir… Tabiî, iman hizmeti üzerine yapılmış bir neşriyat. Her zaman dediğim şu: Gazete olsun diğer mecmualar olsun, neşriyatı ben âdeta büyük bir insan olarak görüyorum. Hep öyle tarif etmişimdir. Nasıl ki bizlerin merkezi hizmetimiz, Risale-i Nur hizmetidir; yani birinci meselemiz, esas davamız, esas gayemiz iman hizmetidir; büyük bir insan gibi olan neşriyatımızın gayesi de aynı olmalıdır.

Tabiî insanlar ne kadar Risale-i Nur’a sarılırlarsa, ondan sonra hem kendi imanlarını kurtarıp hem başkalarına anlatmak için gayret gösteriyorlar. Çünkü Risale-i Nur insanı yerinde durdurmaz, insan devamlı birilerine bir şeyler anlatmaya, bir başkasının imanını kurtarmaya çalışır. Bu neşriyatın sahibi olan Üstadımızın bütün hedefi de o. Üstadımız niye hiç durmamış? Ne diyor: “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor…” Çok dehşetli bir manzarayı bize anlatıyor. Anlayabilmemiz için de “evladım yanıyor” diyor. Millet ancak öyle anlıyor. İnsan evladı yanarsa onu nasıl heyecanla kurtarmaya çalışır değil mi? Bir anne babayı düşünün. Sonra “İmanım tutuşmuş yanıyor” diyor. Evlâdından bahsederken iman… Ve hakikaten, o halde, manevî evlatları olan “insanlık” da imansızlık cereyanıyla yanıyor. Onlar ne yapıyor? Onun için koşuyor. O heyecan var onda.

İşte, bütün o iman hakikatleri, o Risale-i Nur neşriyatı bunun üzerine teksif edilmiş. Bütünü bunun etrafında dönüp duruyor. Esas gaye bu. Şimdi bunu okuyan bir kimsede de bu hal husule geliyor. Eğer ciddi ve samimi okursa -ben hep öyle diyorum- herkes küçük bir Bediüzzaman, küçük bir Said haline gelir. Onu duyar; o hedefi, o gayeyi görür. Hem kendi imanını kurtarmaya çalışır, hem de bir başkasına anlatmak için elinden gelen gayreti gösterir. Bu eserleri okuyanlar fıtrî olarak bu hâle bürünürler. Fıtrî bir haldir o. Dolayısıyla insan ne kadar güçlüyse, hitabeti ne kadar kuvvetliyse, gayreti ne kadar fazla ise insanlarla o kadar temas kurar; insanlara o kadar faydalı olmaya çalışır.

İşte neşriyatı da böyle görüyorum. Neşriyat da büyük bir insan. İnsan sesini toplulukta ancak hoparlörle daha fazla ve daha rahat duyurur. Neşriyat da böyledir. Gazete ile ve diğer neşriyat vasıtalarıyla sesini, hemen bir günde, bir anda, her tarafa, milyonlara duyurabilirsiniz, değil mi? İşte neşriyatın öyle güçlü bir sesi var. Öyle düşünün, tasavvur edin… Risale-i Nur çerçevesi içinde yapılacak neşriyatın gayesi budur ve bu olmalıdır. Ne yapacak bu devasa insan? Aldığı o iman hizmetini, dersini aynı o az önceki insandaki gibi yine bir an önce millete duyuracak, insanların imanlarını kurtarmak için neşredecek, yayacak. Neşriyatın önemi bu… Ben neşriyatı böyle görüyorum. Ama dediğim gibi müsbet neşriyat… Yani Risale-i Nur etrafında, onun Kur’ânî düsturlarını gaye edinmiş neşriyatı söylüyorum. Çünkü Risale-i Nur’dan maksadımız da Kur’ân ve iman hizmetidir. Yani Risale-i Nur’un gayesi Kur’ân’a ve imana hizmetten başka birşey değildir.

Böyle bir sorumuz da var aslında. Müsbet yayıncılık nedir? Müsbet neşriyat nasıl olmalıdır?

Aslında bunu da anlatmış oldum. Müsbet neşriyat bu. Yani insanlara faydalı olmak. Peygamberimizin (asm) hadis-i şerifi var ya, “İnsanların en faydalısı / en hayırlısı insanlığa faydalı olandır.” İşte, zaten Risale-i Nur başlı başına insanlığın hizmetinde. Tabiî, Resulullah’ın (asm) bu hadisinde çok geniş bir mânâ var. Aç olanı doyurursun, hasta olanın tedavisine çalışırsın, ihtiyacı olanın neyse ihtiyacını giderirsin. Ama insanlığın en mühim ihtiyacı nedir? İman… İmansız birisinin Cennete gitmesi, ebedî hayatının kurtulması mümkün değil. Üstadımız da bunu söylüyor. Hepimizin bildiği mesele… Risale-i Nur’un birinci hedefi insanlığa faydalı olmak… Yani murad-ı İlâhî olan, dünyaya gelişimizin esas gayesi olan, “imanlı insanlar,” “imanlı nesiller” yetiştirmek. Dolayısıyla Risale-i Nur’un bu hedefini kendisine gaye edinmiş olan neşriyat da müsbet neşriyattır.

O zaman bu anlattığınız müsbet yayının üslupla çok alakası var. Yıllarca yazıişleri müdürlüğü yaptınız. Hakkı ve hakikati dillendirirken nasıl bir üslup kullanılmalı?

Evet, tabiî, Üstad bunu anlatıyor, Risale-i Nur’da bunlar var: “Her söylediğiniz doğru olmalı; ama her doğruyu söylemek doğru değil.” Bu bir müsbet hareket ifadesidir. Bazı insanlar der ki “Ama benim söylediğim doğru. Yalan mı söyledim?” Yalan söylemedin, ama öyle yerde söyledin, öyle insanlar var ki hazır değiller. “Aksülamel yapar” diyor Üstad. Veya diyor: “Her yaptığın iş hak olmalı” ama “her hakkı her yerde yapmak hakkın değildir” diyor. O da hak. Hazır olmayan bir cemaatte hak bir işi yapman haksızlıktır. Hak gibi görünüyor, ama gayr-i müsbet oluyor; müsbet değil…

Risale-i Nur’daki Üstadın hayatı, lahika mektupları, müdafaalar bir gemideki pusula mesabesindedir. Temel mesele iman. İnsan okudukça mükemmelleşir. Ama o mükemmel insan bu dalgalı cemiyet hayatında bir yere çarpmadan, gayr-i müsbet hareket etmeden nasıl o iman hizmetini yapacak? İşte o neşriyat, o lahika mektupları bizim müsbet hareket etmemizi sağlayacak düsturları ihtiva etmektedir.

Âlem-i İslâm’ın perişan durumu hep müsbet hareketsizlikten. Resulullah Efendimizin (asm) tarzında müsbet hareketi bu zamanda ancak Risale-i Nur’da ve Bediüzzaman Hazretlerinde görüyoruz. Biz Risale-i Nur’u ölçü almalıyız. Çünkü Risale-i Nur, Kur’ân’ı ve Peygamber’i (asm) ölçü alıyor. Onların bu zamanda hakiki vekili Risale-i Nur’dur. Kur’ân’ı ve Peygamber’i (asm) ölçü alan da hiçbir zaman şaşırmaz.

İhtilâl dönemlerinde Yeni Asya nasıl bir duruş sergiledi? Neden?

Yeni Asya’nın tarihinde çok güzel, çok önemli iki tane tarihî duruş oldu. Bir tanesi 12 Eylül ihtilâlinde. Herkes ihtilâle taraf oldu. Ulemalar, âlim zatlar, büyük ağabeyler, hocaefendiler aldatıldılar. Fakat bir Yeni Asya cemaati… Herkesin, bütün hükümetlerin değiştirelim dedikleri ve bir türlü değiştiremedikleri, illet bir anayasanın referandumunda o zaman Yeni Asya “Hayır” dedi. Ben de o zaman gazetenin müdürüydüm. Ve 470 gün gazete kapandı. Bir ayağım Selimiye’de, sıkıyönetimdeydi o zamanlar… Orada böyle aslanlar gibi durdu gazete. Büyük kopmalar o zaman oldu. Çoğu kardeşler, ağabeyler dediler “Siz yanlış düşünüyorsunuz. Bunlar [ihtilâlciler] çok müsbet.” Biz de “Ama anayasada açıkça değiştirilmesi teklif bile edilemez maddeler, demokrasiyle ve insanlıkla hiç bağdaşmayan şeyler var… Yahu, yapmayın, etmeyin, bunlar yanlış!..” dedik, ama dinletemedik…

Öyle şartlar vardı ki… Anayasayı oylamaya götürdüler, referanduma. Kenan Evren o zaman ihtilâlin başkanı. Her yerde “Evet deyin, bu anayasa müsbet” diyor. “Hayır” demek kesinlikle suç. İpe götürürler seni hemen. Zaten gazetemiz kapanmış. İki oy var: Evet oyu beyaz, hayır oyu mavi. Mavi için, deniz mavisinden bahsediyoruz, açıkça “Hayır” dediğin zaman senin iflahını keserler. Nasıl demokrasiyse? Nasıl oylamaysa? Nasıl güzellikse? “Hayır” demek yasak olduğu gibi bir başkasına gidip propaganda da yapamıyorsun. İşte, o günlerde Yeni Asya ‘Hayır’ dedi. Yeni Asya tarihinde birinci ve bence çok şerefli bir şeydi o. Bütün çileleri çekti. 470 gün kapandı.

Yeni Asya gazetesinin çıkışı nasıl oldu?

Gazetenin çıkışı şöyle oldu: Aramızda tekniği bilen yok. Rahmetli Mustafa Polat Ağabey vardı. Babası da gazetecidir, Erzurum’da Hürsöz gazetesini çıkartıyordu. O da çekirdekten yetişme gazetecilik konusunda. Onu çağırdık. Zübeyir Ağabey, Kutlular Ağabey, Bekir Berk Ağabey, Fırıncı Ağabey hep beraber o zamanlar. Günlük bir gazete çıkartmak istiyorlar. İlk önce haftalık İttihad gazetesi çıktı. Ben o zaman askerdim. Sonra günlük gazete Yeni Asya… Fakat Yeni Asya’ya baktım, yazıişleri müdürü arıyorlar. Dışarıdan birisini tutacaklar, çok pahalı. O zaman gazete toplanan yardımlarla çıkıyor. Yazıişleri müdürü olmanın şartı en az lise mezunu olmaktı. Ben de zaten lise mezunuyum. “Ben bu müdürlüğü kabul ediyorum, para da istemiyorum” dedim. Biz de vakıftık Süleymaniye’de. Bizim zamanımızda vakıflara maaş falan verilmiyordu. Herkes kendi yağıyla kavruluyordu. Çok imkânsızlıklar içinde… İstiğna düsturu vardı. “İsterseniz ben yazıişleri müdürü olurum, ama ben dershaneden çıkmam. Vakıflığıma devam ederim, gazetenin sorumluluğunu alırım” dedim. Onların da çok hoşuna gitti tabiî. Yazıişleri müdürü olarak benim adımla çıktı gazete. Şimdiki gibi detaylı müdürlükler yoktu, iki müdürdük zaten. Sene 1970… Bir kaç ay sonra Mustafa Polat bir kaza geçirdi. En bilenimizi Cenab-ı Hak aldı. Daha çocuğu dünyaya gelmemişti. Velhasıl, bir kaç ay sonra Kutlular Ağabeyin de imtiyaz sahibi olarak ismi kondu. Sonra gazete böyle devam etti.

Ne zamana kadar yazıişleri müdürüydünüz?

93’e kadar. İlk çıktığı zamandan, birinci sayısından, 93 Nisanına kadar. Emekliliğimi istedim, bana çık diyen olmadı da, gençler de yetişsinler dedim. Hatta kimsenin haberi de yoktu, ben dilekçemi vermiştim, onu takip ediyordum zaman zaman. Benim  bazen böyle sürpriz hallerim vardır, meselâ ehliyet aldım, hiç kimsenin haberi  yok. Ondan sonra, ağır vasıta ehliyetim var da hiç arabamız olmadı şu ana kadar. Dershanede kalıp da ilk ehliyet alan Nurcular arasındayım hemen hemen. Orada da öyle dilekçemi verdim, emekliliğim sürpriz oldu. Bana “illa ayrıl artık” diye kimse bir şey demedi… 93’e kadar 23 sene bilfiil görevimizi yaptık.

Şu dönemde yaşadığımız hadiseleri nasıl değerlendiriyorsunuz.?

Gazetenin hayatında iki önemli hadise var demiştim. İkincisi şu son hadiseler… Gazete çok müsbet bir tutum içinde oldu. Risalelerin sadeleştirilmemesi gerektiği hususunda net bir tavır ortaya koydu. Yani yazarlarımız sadeleştirmeye karşı olduğumuzu açık açık yazdılar. Ben de karşıyım sadeleştirmeye… Gazete çok önemli bir vaziyet aldı. Alkışlanacak tarihî bir şey. Ben onun için takdir ediyorum. Bunun gibi, hakka ve hukuka uymayan diğer şeylerin de karşısında oldu Yeni Asya…

Peki neşriyatımıza baktığımızda gelinen noktadan memnun musunuz?

Daha iyiye gidiyor. Gazetede bu hal kırılmadan devam ederse, bir meşveret heyeti var. Geçenlerde ben gitmiştim, meşverette bulundum… Meşverete katılan herkes aynı derecede söz sahibidir. Herkes aynı derecede hürriyete sahiptir. Hiç kimse söylediğinden dolayı töhmet altında bırakılmaz. Çoğunluk neye karar vermişse, oranın büyüğü kim ise, alınacak kararları ilk başta onun tatbik etmesi lâzımdır.

“Güçlü bir meşveret” derim hep. Bütün problemleri çözecek güçlü bir meşverettir. Her konuda olduğu gibi meşveret konusunda da bize en güzel misal Paygamberimizdir (asm). O Uhud Harbi’nden önce harbin nasıl yapılanacağına dair meşveret yapmış ve Sahabîlerinin kanaatlerini almıştır. Kendisi şehirde savunma harbi yapmak isterken genç Sahabîlerin çoğu şehir dışında göğüs gögüse harbetmeyi istemiştir. Neticede Sahabîlerin görüşü yönünde karar alınmıştır. O günkü meşverette bulunmayan yaşlı Sahabeler daha sonra ne olduğunu öğrenince genç Sahabelere “Peygamber’e (asm) karşı fikir beyan edilir mi? Ne yaptınız? Neden kabul etmediniz?” demişler, Sahabeler de korkmuşlar, Peygamber Efendimize (asm) gidip “Ya Resulullah biz vazgeçtik, sizin dediğinizi kabul ediyoruz” demişlerdir. Peygamber (asm) ise, “Hayır, zırhını giyen bir Peygamber, Allah’ın emri tahakkuk edene kadar çıkaramaz” demiş  ve meşveret kararına göre hareket edileceğini beyan etmiştir. Neticede, Uhud Harbi mağlubiyetle neticelendikten sonra, Peygamberimiz (asm), ne meşverette görüş beyan eden Sahabîlerine ne de savaş alanında sözünü dinlemeyen Sahabîlerine en küçük kötü bir söz dahi söylememiştir. Onlara son derece müşfikane davranmıştır. Şimdi bu hadiseden meşveretin ana esasları ortaya çıkıyor. Birincisi, meşveret çok hür ve serbest olacak. Oranın en büyüğünün görevi de o hürriyeti sağlamak. Ağırlığını orada kullanacak. Alınan kararı hiç tenkit etmeden en güzel uygulayıcısı o olacak. Çünkü Peygamberimiz (asm) bakıyoruz, böyle yapmış. Hürriyeti sağlamış ve alınan kararı da en birinci o uygulamış.

Ben bazen sorardım böyle; “Yahu ağabeylerden daha iyi mi biliyorsunuz?” diyorlardı. Her zamanki fikrimdir ki, ben bütün ağabeylerin ayaklarının tozu olamam. Müthiş hizmet etmişler, vesile olmuşlar. Onların o manevî makamlarına yetişmek mümkün değil. Ama onlar herşeyi en güzel düşünecek diye de bir şey yok. O zaman meşveret diye bir şey olmaz.

Biz doğru meşvereti usulüne göre yaparız, Allah isterse muzafferiyet verir. Belki de ahiretimiz için hayırlıdır. O Cenab-ı Hakk’ın kararı. Bunu da Risale-i Nur’dan öğreniyoruz.

İttihad-ı İslâm olması için en başta Nur talebelerinin kendi arasında güzel güçlü bir ittihadı kurması lazım. Hiç olmasa dış işlerinde meselâ şu son içtimaî ve siyasî olaylarda güçlü bir meşveret olması lazımdı.

Meşveret öyle güzel bir şey ki, aslında en basit meşveret bile hiç yapmamaktan iyidir. Eğer bu yapılabilirse, yapabilirsek neticesi İttihad-ı İslâm’dır. Başka türlü nasıl kurtulalım? O diyor “ben ağabeyim,” o diyor “ben ağabeyim,” yanaşmıyor. “Sen bana gel, ben sana geleyim…” Herkes fikrini zorla kabul ettirmeye çalışıyor. Herkes birbirine “Senin dediğin gibi çok zor” diyor. Zorsa, başka türlü nasıl olacak, soruyorum size? Herkes “Benim dediğim olacak” derse, enaniyetini de eritmiyorsa nasıl olacak bu iş?

İşte bir ümidim Yeni Asya… Gördüğüm kadarıyla, inşaallah mükemmele doğru gidecek bir meşveret… Böyle  olursa, rahmet ve inayet de tecelli eder inşaallah. Çünkü Allah’ın kesin emri öyle. Bize imam tayin ettiği İki Cihan Serveri Efendimize (asm), o büyük insana tatbik ettirdiği meşveret şekli öyle. Başka meşveret şekilleri ancak o ölçüyü alırsa gerçek meşveret olur. Yoksa olmaz.

Önemli bulduğunuz hatıralarınızdan bir tane dinlesek…

Bir Risale-i Nur’dan dolayı girdiğimiz hapisler var. Bir de gazeteden dolayı girdiğimiz hapis var. 1962’de girdiğimiz hapisten bir şey anlatayım. Bizim Üzeyir Şenler ağabey vardı. Şule Yüksel Şenler’in ağabeyi… O da Üstadın yanında kalan bir ağabeyimizdi. O vardı başımızda. Biz girdiğimizde Cumhuriyet gazetesinin bir yazarı vardı, o da komünizm suçundan girmiş. 163. Madde bize aitti! Müslümanlar hep o maddeden içeri giriyordu. Komünistler de komünizme ait 141, 142. Maddelerden dolayı içeri giriyorlardı. Beş sene ceza yemiş yazıişleri müdürüyle birlikte. Eskiden öyleydi. Hem yazıişleri müdürü hem de yazar birlikte hapse girerdi. Sonradan değiştirdiler onu.

Ben o zaman lise sondayım. Mustafa Kavurmacı, Kutlular Ağabey, Üzeyir Şenler Ağabey, bir kaç kardeş daha… Dersleri hep Üzeyir Ağabey yapardı. Tabiî içeri kitap sokulmuyor. İlk önce ağabeyler bir taktik bulmuşlar. Ben lise sondayım, derslerim var… Sabahattin’in ders kitaplarını gönderiyoruz diye, lise kitaplarını gönderdiler. Sonra yine Sabahattin’in ders kitaplarını gönderiyoruz diye, dışında ders kitabı kapağı içinde Risale-i Nur olan kitaplar… Risale-i Nur’u öyle soktuk içeriye. Derslerimizi yapardık.

O beş sene ceza yiyen adam, meşhur komünist yazarlardan Şadi Alkılıç 40-45 yaşlarındaydı. O fikirleriyle bizi etrafına toplamaya çalıştı. Sonra baktı ki biz öyle insanlardan değiliz, o bizim derslerimize gelmeye başladı. Zaman zaman tanışıyoruz. Üzeyir Ağabeye soruyor, “Sen ne yapıyorsun?” diye. Üzeyir Ağabey “Ben seyyar satıcıyım” diyor. Kutlular Ağabey, “Ben dolmuşlarda muavinlik yapıyorum” diyor. Herkes bir şey söylüyor. Ben lise son sınıf talebesi olduğumu söylüyorum. Bir kaç üniversite talebesi var. Üzeyir Ağabey de Risale-i Nurları okuyor, anlatıyor, fevkalade izah ediyor.

Hiç unutmam, adam “Müslümanlıkta yalan var mı?” dedi. Üzeyir Ağabey, “Ne yalanı, ben yalan söylemedim ki” dedi. Bunun üzerine “Sen her sorduğumda ben seyyar satıcıyım, diyorsun. Bu eserleri seyyar satıcının anlaması mümkün değil. Ben bile okumuşum etmişim. Anlamak için beynimi çok zorluyorum” dedi.

“Sen bunları nasıl böyle fevkalade izah ediyorsun? Sen çok büyük tahsil yapmışsın ama söylemiyorsun, gizliyorsun kendini” dedi. Üzeyir Ağabey “Yahu hayır, benim tahsilim falan yok, bütün ilmim bu eserler” dedi. Adam şaşırdı.

Şadi Alkılıç çok takdir de ediyordu, “Çok güzel ikna metodları kullanılmış” diyordu. Allah’a inanmayan, komünist bir kimse bile Üstadı ve Risale-i Nur’u takdir ediyordu.

Orada bizimle birlikte yatan bir de milletvekili vardı. Adnan Menderes’in idamından sonra bütün DP milletvekilleri de çeşitli hapishanelere dağıtılmıştı, Yassıada kararından sonra. Bir kısmı da bizim orada yatıyordu. Bir gün o milletvekillerinden birisi bizimle konuşurken yakaladı, “Yahu Şadi, ne yapıyorsun, çocukları kendine mi benzetiyorsun?” dedi. O da döndü dedi ki, “Yahu ne benzetmesi, onlar neredeyse beni kendilerine benzetecekler. Öyle bir kimsenin arkasından gidiyorlar ki onları kandırmak mümkün mü?” dedi. Hiç unutmam bak. Ve dedi ki: “Çocuklar, ben buradan çıktığım zaman bana sorsalar ‘Said Nursî kimdir?’ ‘Türk fikir hayatının namusunu, şerefini kurtaran  adamdır’ diyeceğim” dedi.

“Ya hatta öyle ikna edici metodlarla anlatıyor ki, neredeyse inanacağım ama inanmak istemiyorum”  dedi. Belki biraz daha kalsaydık orada inanırdı.

 

Fotoğraflar: Müberra Yüksel

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*