Suyu Yıkayan Bilge

Suyu Yıkayan Bilge kitabının yazarı Bilal Civelek ile röportaj

Öncelikle kitabın ismi üzerinde durmak istiyorum.  Bana oldukça ilginç geldi. Gizemli bir anlam taşıyor sanki. “Suyu Yıkayan Bilge” ismini kitabı yazmadan önce mi buldunuz, yoksa kitabı yazarken mi ortaya çıktı bu isim?

Öncelikle böylesine güzide bir dergide bize yer verdiğiniz için teşekkür ediyorum. Suyu Yıkayan Bilge, kitap yazılmadan önce bulduğumuz bir isim.  Almanya’da görev yaparken, orada yaşayan Türk gençleriyle zaman zaman bir araya gelir sohbetler ederdik. Bu sohbetler sırasında ortaya çıkan bir isim bu.

Asıl önemli olan kitap ismi bulmak değil, önemli olan içeriğinin dolu olmasıdır. Ben bunu bir hediye paketine benzetiyorum. Güzel bir hediye paketi yapıp içini boş bırakırsanız, o güzelim paket bir işe yaramaz.  Kitabın isim ve içeriğinin birbirini tamamlaması çok önemli. Siz limonun faydaları diye bir başlık atıp, elmanın yararlarını anlatırsanız okuyucuyu kusturursunuz. Sizin isminizin bulunduğu başka kitapları almaz, gördüğü yerde aleyhinde konuşur. Bir iki kitap sonra yazarlık hayatınız sona erer. Suyu Yıkayan Bilge kitabını yayınlamadan önce birkaç akademisyene, öğretmene, esnafa, öğrenciye serbest meslek erbabına okutturduk. Onların olumlu kanaatlerini aldıktan sonra yayınlamaya karar verdik. Buna test etmek denir. Biz de Suyu Yıkayan Bilge kitabını test ettikten sonra yayınladık. Yayınlandıktan sonra da güzel tepkiler almaya devam ettik.

Kitapta felsefe ile din konusunu ele almışsınız. Sanki iki ayrı küskün kardeşi barıştırma çabası var.  Din ve felsefe gerçekten ayrı yerlerde duran iki düşman kardeş mi, yoksa şimdiye kadar yanlış algı sonucu mu böyle bir olgu gelişti?

Din ve felsefe iki bitişik komşu gibidir. Zaman zaman birbirinden faydalanırlar. Bana göre dinin felsefeden alacağı bir şey yoktur. Felsefenin dinden alacağı çok şey vardır. Zaten felsefenin doğuşu dinin bilinmemesinden ortaya çıkmıştır. Bütün öğretileri insan zekâsının ürünüdür.  Felsefe dinden ayrı düşünüldüğü takdirde içi boşalır, kurallar manzumesinden öteye geçemez. Belki antik çağda dinin felsefe üzerindeki etkisi yeterince görülmemiş olabilir. Dinsizliğin oluşturduğu boşluğu filozoflar felsefe ile doldurmaya çalıştığından, felsefe yüzyıllarca etkin bir görüntü vermiştir. Daha sonra ikisi birlikte insanları eğitmeye, iyiye doğruya yöneltmeye başlamışlardır.

Hocam suyu yıkamak nasıl olur, su nasıl yıkanır? Kitabınızda suyu yıkayan bir bilge var, biraz bu konuda açıklama yapar mısınız?

Kitap felsefî bir eserdir, ama roman diliyle yazıldı. Suyu yıkamak; insanı eğitmek, doğruya sevk etmek, mantığı kullanma becerisi elde etmek anlamında mecazî bir anlam taşımaktadır. Bir kahramanın etrafında, orta çağdaki insanların akıl dışı davranışlarını doğruya güzele yönelten bir kurguyla yazıldı. Kitap, İsa Aleyhisselam’ın çarmıha gerilmesiyle başlıyor. Kitapta, İsa Aleyhisselam ile bir süre çobanlık eden bilge bir öğrencinin, Hz İsa’nın (a.s) öğretilerini kendi bilgelik okulunda öğrendikleriyle birleştirip toplumu eğitmesi işlenmektedir. Bilgenin ünlü filozof Pisagor’un 3. kuşak öğrencisi olması, kitabı felsefe ağırlıklı bir hale getiriyor. Biliyorsunuz Pisagor Mısır’da 24 yıl öğrencilik yaparak ustalık evresine geçmiştir. Ondan sonra İtalya’ya giderek bir okul açmıştır.

Türk edebiyatının bugünkü durumu üzerinde neler düşündüğünüzü öğrenmek istiyoruz. Türk edebiyatı doğru yolda mı?

Edebiyatın yolunun doğruluğu hakkında şüphem yok. Ancak ağırlık yönünde topluma hâkimiyeti azaldı. Edebiyat algısının eski yüklü anlamı kalmadı. Edebiyat sıradan bir sanat dalı haline getirildi. Kısır bir döngüye girdi Türk Edebiyatı. Medya, edebiyatı yönlendirmeye kalkarsa böyle olması normaldir.  Eskiden medyanın direksiyonu edebiyatın elindeydi. Şimdi medyanın elinde. İstediği şekle sokuyor edebiyatı. Bu durum tabi ki Türk Edebiyatına zarar veriyor. Bakın, Avrupa’da kitabın içeriği yazardan önemlidir. Yani içerik kitabı sattırıyor. Türkiye’de tam tersine, bir manken, televizyon sunucusu, foto muhabiri kitap yazıyor yüz binler satıyor. İçerik bomboş… Kitabı alan okumak için değil, imzası için alıyor. Diğer tarafta kalem işçileri yazarlar imza günlerinde sinek avlıyor. Kimse kapılarını açmıyor onlara. Kitabı satılanlar ya bir televizyonda çalışıyor, program yapıyor ya da medyada güçlü ekranın sihirli gücünden faydalanıyor.

Bu tabi ki mesleği yazar olan edebiyatçıların şevkini kırıyor. Güzel eserler yazmak için aylarca ter döküyor ama, kimse tanımadığı için kitabı satılmıyor. Diğer tarafta yazı yazmasını bilmeyen bir manken birine kitap yaptırıyor, yüz binler satıyor. Şimdi bu açıdan bakılırsa Türk Edebiyatının geleceği o kadar da parlak görülmüyor.

Son olarak yeni bir eser üzerinde çalışıp çalışmadığınızı öğrenmek istiyorum. Ayrıca okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Yazar durmaz. Daima üretir. Ölünceye kadar yazar. Biz de Allah sağlık verdiği sürece yazmaya devam edeceğiz, ama şu an tasarladığım, üzerinde çalıştığım yeni bir konu yok.  Okuyucu yazarın aynasıdır. Yazar kendine okuyucunun karşısında çeki düzen verir, kendini geliştirir. Bu nedenle okuyan insanımız ne kadar çoğalırsa Türk Edebiyatı o kadar gelişir, üretken olur.  İnşallah gelecekte okuyan bir millet oluruz.

 

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*