Güneşin doğduğu yerden gelen adam

Bir varmış bir yokmuş… Her şeyin yasak olduğu bir ülke varmış. Hatta yasakların bile yasak olduğu bir ülke… Bu ülke ağır işitenlerin, ağır yürüyenlerin, bir gözü görmeyenlerin ülkesiymiş. Ne olup bittiğinin farkında değilmiş hiç kimse buralarda. Hiçbir şey sonsuza dek devam etmez ya, bu ülkede de bir zaman diliminde bir şeyler değişmeye başlamış.

“Yaa… Neler değişti acaba?” diyeceksiniz. “Sular tersine akmadı ya… Yağmurlar yerden göğe yağmadı ya…”

Nasıl olduysa oldu, bir şeyler değişmeye başlamış işte. Güneşin doğduğu yerden bir adam gelmiş. Güzel gören, hızlı yürüyen, geçtiği yerleri rüzgârıyla değiştiren bir adam… Onun geçtiği ülkenin şehirlerinde, kasabalarında, köylerinde, ne kadar yasak varsa, delinmiş. Rüzgârıyla silmiş süpürmüş her yeri. Körler görür, sağırlar işitir olmuş. Canlara can gelmiş. Korkaklar yiğit olmuş. İnsanlar okumaya, anlamaya başlamışlar. Anladıkça, okudukça, üzerlerine çöken kara bulutu fark etmişler. O güne kadar kimse kaldırmayı denememiş o yasakları. Yasaklar, sadece bir adam içinmiş sanki. Onun için… O gelsin, o kaldırabilsin diye varmış sanki yasaklar. Güç onda, feraset onda, cesaret ondaymış… Yasaklar, o adamın geçtiği yerlerden, sokaklardan, evlerden, her köşeden bir bir kalkmaya başlamış. Kimsenin silemediği yasakları, kalplere, kafalara kazınmış olan yasakları rüzgârıyla silmiş süpürmüş bu adam.

Yasakları koyanlar ne yapmışlar peki?

O geçerken bir kenara saklanmışlar. Onun geçtiği yollardan yasakların silindiğini görünce, tekrar boyamışlar yolları yasaklara. O geçtikçe yasaklar silinmiş, onun ardından yollar tekrar boyanmış.

Bir mücadeledir, süregelmiş… Yasaklar ve yasak olmayanlar, yasaklara karşı koyanlar ve en nihayetinde topyekûn yasakların köküne kibrit suyu dökenler… Kafaların ve kalplerin içindeki o ilahî nimeti, o özgür hâli boğmaya çalışanlar, çok fazla dayanamamışlar. Ellerini biraz olsun gevşetmişler. Ama mücadele hiç bitmemiş. Bir kısır döngüdür sürmüş gitmiş…

Ve güneşin doğduğu yerden gelen adam, bir gün çekilivermiş bu dünyadan. Yanında hiçbir şey götürmeden başka bir dünyaya taşınmış… Sonra o yasaklar, onun eserleri için, yazdığı kitapları için de sürmüş. O kitaplara, o kitapların içindeki fikirlere bile  tahammül edemez olmuş birileri.

Yasak canavarının kafası kopsa da, kuyruğuyla iş görüyormuş. Ne de olsa canavar… Bilmez ki bir nefeslik canı var… Yasaklar bu sefer, yollardaki yasakları temizleyen o yolcu için değil de, kitapları için başlamış. Işık hızıyla yayılan o kitapların ve o kitapların içindeki fikirlerin geçtiği köşe başları, her yer tutulmuş.

Anlayacağınız, yasağı çok seven bir ülkeymiş burası bir dönem. Böyle tatmin oluyormuş birileri. Birilerini hapse atınca, fikirleri mahkûm edince kendileri sırça sarayında rahat ettiklerini zannediyorlarmış. Ama küçücük bir taş sırça saraya değince, un ufak oluvermiş… Karanlığın ömrü, güneş doğana kadarmış.

Yasak  yasak  üstüne…  Böyle bir ülkeymiş burası…

Sandık üstüne sandık, aman efeler yandık…

Yasak yasak üstüneymiş buralarda. Yasaların tamamı, yasaklar üstüneymiş. Yasak olmayan hiçbir şey yokmuş bu ülkede; her şey yasakmış. Neredeyse nefes almak bile…

Kitap okumak ise yasakların en büyüğü. “Vay, sen misin okuyan kırmızı kaplı kitapları? Gel bakalım şöyle, bir ifadeni alalım senin…” diyerek, okuyanları hemen gözaltına alırlarmış. Günlerce inim inim inletirler, her türlü işkenceyi reva görürler, sonra çaresiz salıverirlermiş düzeldiler, ıslah-ı hâl ettiler diye garipleri.

Kendilerince uslandılar zannederlermiş. Ama dışarı saldıklarının ilk işleri, yine o kitapları eline almak olurmuş. Adetâ suyu çıkarılmış limon gibi kapının önüne bıraktıkları, dışarıda can bulurmuş. Kitabı eline alan, yeniden dirilirmiş. Hiçbir şey kâr etmemiş. Ne yasaklar, ne işkenceler, ne ezâlar, ne cefalar… Her defasında yanılmış, hem de fecî yanılmış bu sözüm ona idareciler. Kendilerini idare etmekten âciz, aynada bir defa olsun kendilerini gerçek yüzüyle görememiş bu sefiller… Bunlar Victor Hugo’nun değil, bu ülkenin sefilleriymiş.

Onlar yasak dedikçe, onlar okumuşlar, onlar gözaltına aldıkça ve işkence yaptıkça, kitapları okuyanlar çoğalmış. Hatta kitapları okuyanlar o kadar çoğalmış ki, yasağın neresinden başlayıp neresinde bitireceklerini bir türlü kestirememiş efendiler.

Ne yapsınlar, ne etsinler…

Kitaplarla başa çıkamayacaklarını anlayınca, bu sefer, kitapları basan yayınevlerini kontrol altına almışlar. Matbaaları, matbaacıları, dizgicileri bile hatta… Ama yok, hiçbir şey fayda etmemiş. Yapılanlar sadece okuyucuların sayısını çoğaltmış, o kadar… Nerden geliyorsa geliyor bu kitaplar, bir yerden geliyor ve şehrin içindeki insanlara ulaşıyormuş. Şehirler, köyler, o ülkenin hemen her yanı pırıl pırıl olmuş, ışıl ışıl olmuş. Çünkü kitapların girdiği evlerde karanlıklar yok olmuş. Ümitleri, neş’eleri, şevkleri âdetâ dışarılara taşıyormuş. Ne lâzımsa bir hayata, o kitaplarda daha fazlası varmış çünkü. Onun için yasaklıyormuş efendiler bu kitapları meğer…

Karanlığın aydınlığı yendiği nerede görülmüş? Onlarınki sadece bir ham hayalmiş. Gölge aslına yetişemez. Karanlık, nura galebe çalamaz. Bu, ezelî bir hükümdür.

Ruh nasıl ki bedene hâkim ise, mânâ nasıl maddeye hâkim ise, kitaplar da şehre hâkim, onun içindeki fikirler de hayatlara hâkim olmuş. Hayatı değiştiren bilgiler, hayatı dönüştüren bilgilermiş bunlar. Kolay olmamış verilen mücadele ama sonunda nur galip gelmiş.

Bir kere okuyanlar unuturmuş her derdi, her sıkıntıyı, şifa bulurlarmış o kitaplarla. Zahmetlidir hayırlı işler ya, yasakların hâkim olduğu bir devir, ağır mücadelelerle geçmiş.

Şimdi söylesek insanlara, bir masal gibi gelirmiş bu. Tatlı suda balık avlayanların işi değil bu. Bunu anlatmak zor. Zorlu adamların işi bu. En yalçın tepelerden aşağıları süzülenlerin işi… Olup bitenleri görenlerin işi bu. En ağır şartlarda yaşayanların işi bu. Bunlar, sıcağın soğuğun ve vahşetin en âlâsını yaşamışların işi… Bunlar kolay kolay parçalanacak, atılacak, lokma lokma yapılıp birilerinin önüne yem diye konulacak cinsten basit lokmalar değil. Değil de onun için işte… Kırıntılarıyla bile karınlarını doyurmuşlar. O kitapların bir cümlesiyle hayatlarını düzeltmişler, yeniden yaşamaya başlamışlar.

Bu mücadelenin ilk safında yer alanlar, ağır darbelerin altında inleye inleye, eritile eritile, döküle döküle öyle bir noktaya getirilmişler ki, su verilen çelik gibi sapasağlam olmuşlar… Ama ağızlarından hiçbir zaman, dâvâ ettikleri hakikatin hilafına dair onlardan bir söz alamamışlar. Ser vermişler, sır vermemişler. Ve okumadan edememişler. Okuduklarını yaymadan, karanlıkta kalanları aydınlatmadan yapamamışlar.

Kırmızı kaplı kitapların macerasını ben size nasıl anlatabilirim ki? Bulun mahallenizden, köyünüzden, şehrinizden, her nereden ise… Onlardan biri vardır herhalde hayatta. Dinleyin hele bu yasakların macerasını bir…

Bizim anlattıklarımız, bunların yanında ne kadar sönük kalacak, o zaman hak vereceksiniz.

Işık, güneşi ne kadar anlatabilir ki? Güneşe delil, yine güneştir. Gerçek bir imanın kendisi ancak hayatı anlatabilir. Bizler ise güneşin yerdeki gölgeleriyiz.

Evet, bize de birtakım pırıltılar, birtakım sesler ulaşmadı değil. Sözler, mesajlar ulaştı. Ama birinci elden dinlemek, onları birinci elden duymak bir başkadır herhalde…

Ah nasıl anlatsam size… O kitaplar uğruna mahkeme salonlarında can verenleri mi? “Canımı al yâ Rab!” deyip de şahadet şerbetini bir çırpıda içenleri mi? O kitaplar uğruna hapishanelere düşenleri mi? Oralarda unutulanları mı? O kitaplar uğruna yüklüklerde çalışıp, mum ışığında hayatlarını mum gibi eritenleri mi? Risaleleri, o kırmızı kaplı kitapları yazarken hayatının her ânını tehlikede geçirenleri mi? Her an ve her zaman ölümle burun buruna yaşayanları mı?

Bu ayrı bir destan cancağızım… Bunun ne filmi çekilebilir, ne de bu hayat bizimki gibi bir yazıyla,  anlatılabilir…  Ne de romanla…

İyisi mi, siz o hayatı yaşayanlardan sorun, onlar size bir anlatsınlar.

Sonra bir de yaşadığımız hayata dönüp bir bakalım. Neler olmuş, o günden bu yana ve

şimdi biz nerdeyiz? Size anlatanlar da zaten yaşadıklarının binde birini, milyonda birini anlatacaklardır tevazularından. Kendilerine bir sır gibi saklayacaklardır geriye kalanı. Allah’a karşı bir yanlışlık yapmama hassasiyetlerinden, ihlâslarından. Allah’a giden bu aziz yolculukta bir iz, bir işaret bulunsun diye bu dünyadan, yaşadıklarının en önemli kısmını da beraberinde götüreceklerdir. Size zerrenin zerresini vereceklerdir ancak. Her şeyi anlatmayacaklardır; bundan emin olun.

Yasaklı ülkenin ve kırmızı kaplı kitapların hikâyesini inşallah bir gün olur, cennette onlardan dinleriz…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*