Kar yağıyordu düşlere…

Hava kararmak üzereydi. Uçağımız bir ada ülkesinden, İrlanda’dan, gri semalar ülkesinden Petersburg’a yaklaştıkça içimdeki yollar uzuyordu. Binbir soru; fırtınada sallanan fakat kopmayan binbir yaprak gibi zihnimde.

Dublin, yağmurlar şehriydi. Karlı bir aralık akşamı Petersburg’a indiğimde beyaz bir rüyaya gömülmüştüm sanki.

Şehrin ışıklarıyla göz göze gelmiştim. Mihmandarım beni Nevski Caddesi’ndeki Özgürlük Oteli’ne yerleştirdi. Gece,  bir kimsesizlik mahşeri gibi çökmüştü üzerime.

Sabahleyin uyandığımda manzara büyüleyiciydi. Evrendeki güzelliklerle insan yapısı eserler, bir ahenk anıtı gibi karşımda yükseliyordu. Bu şehre Estetik Tarihi adlı kitabımı yazmak için gelmiştim; daha doğrusu kitaba burada başlamak, ilhamla beslenmek için. Fakat Özgürlük Oteli’ne yerleşir yerleşmez, hatta Petersburg’a ayak basar basmaz, beni bir inceleme kitabından ziyade, buranın cazibesi, şiiri sardı. Enfes bir manzara karşısında insan şairane bir atmosfere kaptırıyor kendisini. Bir duygu okyanusuna açılıyor. Oysa estetik üzerine makaleler yazmak için bir yığın bilgiyle koşup gelmiştim buraya. Lobide otururken gördüğüm yaşlı kadın, bende nedense teessür uyandırdı. Kadın çok mutsuz görünüyordu, ağlıyordu, altmış beş-yetmiş yaşlarındaydı, Fransızca konuşuyordu. Ben kahvemi yudumlarken onun birkaç cümlesini de ister istemez duyuvermiştim.

Yanındaki genç kıza bir şeyler söylüyordu. Kızı olmalıydı yanındaki genç.

Anne kız, ikisi de farklı iki şehir gibi. İnsan bir medeniyettir. Her insanın iki şehri vardır aslında. Birinden diğerine göç edilir. Yani ölünceye kadar mı sürer bu yolculuk, bu kavga?

Kar yağıyordu düşlere. Dışarıda fırtına alıp götürüyordu insanları. Hiçlik sandığım ölüm, şimdi karşımda bir başka türlü sanki. İnsanların niçin eğlenceye düşkün olduklarını, ölüm korkusundan kaçış diye yorumluyorum çoğunlukla. Petersburg, dön yüzünü, bana bak, ey sanatın içten görünüşü, sevgililerin bir masal kahramanına dönüştüğü yer, yegâne ilacı roman olan şehir… Kitaplar denilen ölü canlar, sinema gibi müteharrik ölüler. Ve tiyatro; mazi denilen geniş kabrin hortlakları. Ağzında yalancı bir dil, yüzünde fâsık bir göz, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmişsin. Ah, Petersburg’un maddeci görüntüsü! Güneşi göstersen, sarı saçlı güzel bir aktristi anımsatırsın. Petersburg’a böylece adım atmışken…

Ben bir şehre giriyorum. Vicdan, sır, heva, sezgi, ilham, öfke, hırs, fikir, arzu…

Bir şehrin hafızası, bir şehrin zihni, bir şehrin hayalleri, bir şehrin iradesi, bir şehrin duyguları, bir şehrin rüyaları, bir şehrin bilinci derken; daha sonra da bu şehrin içine daldıkça ruhumda, karşıma birçok yetenek, lâtife, cihazat ve derinlikler çıktı. Bir şair ‘nurdan bir şehir’den söz ediyormuş. Ve onu seyretmekten…  Kitabıma ‘Estetiğin Şehirleri’ mi demeliydim acaba?

Neva Nehri’nin kıyısında yürürken hatrıma düştü. Paris’te kim anlatmıştı? Mavi gözlü şair mi? Tam hatırlayamıyorum. “Birinci Dünya Savaşı’ndan önce… Bir vakıa… Ararat Dağı denilen meşhur dağın altında. Birden o dağ müthiş infilâk. Dağlar gibi parçalar… Dünyanın her yanına dağılıyor. O dehşet içinde annem yanımda… Anladım ki, bir büyük infilâk olacak… Neva Nehri, çiçeği burnunda hikmet çağıltılarıyla akacak, akacak.” Neva Nehri’nden ne sular, ne bakışlar aktı şimdiye dek… Zaman da bir nehir gibi, bir fotoğraf külliyatı gibi alıp götürdü onları. Ama nereye?

Nevski Caddesi’ndeyim. Bu şehir çok ışıltılı fakat çok zindan. Bu caddede gece hayatı. Beyaz geceler mi? Bir cümle düşüyor kalbimin üzerine: “Derken şehrin öbür yakasından, bir adam geldi koşaraktan.” Şehrin öbür yakasını ve koşmayı düşündüm. Koşanları, koşup gelenleri, gelip gidenleri, gidemeyenleri… Kimlerdi şehrin öbür yakasından gelenler tarih boyunca? Estetik tarihinde kimler geldi, kimler geçti; hangileri şehrin öbür yakasından geldi?

Şehirde gezindikçe noktalar çoğalıyor: tahayyül, tasarlama, tasdik,  asab,  hafî,  ahfâ,  sezgi, vehim, inat, gıpta, şefkat, emel, nifak, şikak…

‘Estetiğin Şehirleri’ diye Paris’i, Petersburg’u düşünürken ruh şehrine düşeyazıyorum.

Aslanlıköprü’de genç kızlar, delikanlılar; sarışın, mavi gözlü, mutluluğu arıyorlar. Kendi hâlinde insanlar. İnsaf, ümitsizlik,   ikiyüzlülük,   aşk,   kin, şehvet, düşmanlık, haset, gurur… Hangi ışıkları yanıyor ruh şehrinin?

Rüya bitti.

Brunella, sevgilim. Seni hatırladıkça içim acıyor. Daha doğrusu seni hiç unutamıyorum. Yaşadığın acıları paylaşmak, acını hafifletmek istiyorum. Brunella, zambağım! Sorduğun felsefi sorulara cevap veremedim.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*