Demokrasimiz yarım, aksak ve topal durumda

Yeni Asya Gazetesi yazarı, tarihçi M. Latif Salihoğlu ile yeni çıkan kitabı “Osmanlı Demokrasisi”  üzerinden, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti demokrasisini konuştuk. Salihoğlu; Osmanlıda demokrasi, İslam-demokrasi ilişkisi, halifelik, padişahlık, hürriyet, meşrutiyet ve cumhuriyet konularındaki sorularımızı cevapladı. Bugün ve geçmiş arasında yaptığımız bu kısa yolculuğa davet ediyor sizi bu satırlar…

Ahirzaman Tarihi serisi kitaplarınızın ikincisi yakın zamanda okuyucu ile buluştu. Tebrik ediyoruz. İlk kitabınız Osmanlı Modernleşmesi idi. Serinin ismi de dikkat çekici. Biraz bahsedebilir misiniz?

Bu kitap serisinin esas aldığı dönemi basit ve herkesin anlayacağı bir isimle yâd etmek gerekirse, buna “Yakin Tarih Serisi” demek de mümkün.

İstedik ki, hem serinin orijinal bir ismi olsun, hem de mahiyeti itibariyle benzer türdeki sair çalışmalardan ciddi farklılıklar arz eden bir özelliği bu isimle birlikte ön plâna çıksın.
Şuna kesin olarak inanıyorum ki: İslâm literatüründe, hatta duâ ve münâcatlarda bile önemle zikredilen “âhirzaman” dilimi, insanlık tarihindeki diğer bütün zamanlardan ciddi bazı farklılıklar, ayrıcalıklar ve kendi has karakteristik bir takım özellikler taşıyor.
Dolayısıyla, bu farklı kriter ve özellikler bilinmeden “yakın tarih” de hakkıyla yazılamaz kanaatindeyim.

O kriterlerden burada sadece bir tanesine kısacık bir temas ile geçelim: Meselâ, “dinî cihad” noktasında, evvelki dönemler itibariyle “silâhlı mücadele” yöntemi geçerliydi; dolayısıyla kullanılabilirdi. Âhirzamanın şiddetlendiği dönemde ise, din için yapılacak olan cihad, maddî olmaktan çıkıp mânevî bir sûret kazanıyor.
Risâle-i Nur isimli tefsirin müellifi olan Bediüzzaman Hazretleri bu hususu şu sözlerle ifade eder: “…Din için silâhla cihad” yerine “Mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak.” (Şuâlar: 243)

Ahirzaman Tarihi’nin bir yönüyle Osmanlı Devleti ile şekillendiğini ve günümüz için çarpıcı, ibret verici örnekler teşkil ettiğini söyleyebilir miyiz?
Dünya üzerindeki bütün Müslümanları madden, ama özellikle mânen alâkadar eden Hilâfet-i İslâmiyeyi Osmanlı temsil ediyordu. Hilâfet merkezi, 1517’den itibaren Osmanlı’nın başkenti olan İstanbul idi. Padişah, aynı zamanda Halifedir.

1922’de Padişahlık, yani Saltanat sistemine son verilmesiyle birlikte, Hilâfet yetkisi de Millet Meclisi’ne devredilmiş oldu. Yeni Meclis, kimi isterse onu Halife olarak tayin edebiliyordu.
Ne var ki, bu yeni uygulama ancak iki yıl kadar sürdürülebildi. Ortada zorlayıcı hiçbir sebep yokken, Hilâfet lağvedildi. Bununla eşzamanlı olarak, Osmanlı Hanedanına mensup nüfusun tamamı sınır dışı edildi. Oysa, bu iki husus, pekâla ayrı ayrı değerlendirilebilirdi.

Sonunuzun cevabı da, işte bu noktada şekillenmiş oluyor: Hilâfetin başına gelen ile Osmanlının başına gelenler arasında çok yakın bir bağ, bir alâka var.
Osmanlı’nın çöküşü, ardından Hilâfetin kaldırılması, aynı zamanda İslâm dünyasının sahipsiz kalmasına yol açtı; bir diğer tabirle yetim ve öksüz kalmasını netice verdi.

Yeni çıkan, serinin ikinci kitabının ismi Osmanlı Demokrasisi. Dergimizin kapak konusuyla da güzel bir tevafuk oldu. Osmanlı’da demokrasi nasıldı?
Osmanlı’da demokrasinin doğuşu ve gelişimi hem çok sancılı, hem de kesintili oldu, ne yazık ki. Her nimet gibi, hürriyet e demokrasinin de bir takım külfetleri, bedelleri var.
Allah, bir nimeti bedelsiz şekilde ve hiç gayret gösterilmeden ihsan etmiyor.

Bu çerçevede, demokrasi için de çok büyük gayretler gösterildi ve haliyle ağır bedeller ödendi. Bu ağır bedelleri ödeyenlerin başında, Avrupa’da Jön Türkler olarak da tabir edilen Yeni Osmanlılardır.
Bediüzzaman Hazretleri, bu hareketin mensuplarını “Ahrârlar” şeklinde isimlendirmenin yanı sıra, ayrıca onları “hürriyetperver, hamiyetperver, meşrutiyetperver” gibi tabirlerle de yâd ederek hizmetlerini alkışlar.

Bu hareketin öncüleri, hakikaten çok eza-cefa çektiler. Sırf fikirlerinden dolayı mahkemelere sevk edildiler, zindana atıldılar, sürgüne gönderildiler, vesaire… Zaman zaman da kendileri ülke dışına çıkmaya mecbur kaldılar.

1865’te grup halinde meydana çıkan bu meşrutiyetperver (demokrat) kesim, 1876’da I. Meşrûtiyetin ilan edilmesine, Anayasanın (Kànun-i Esasi) hazırlanmasına vesile oldular.
Bu tarihten bir-iki sene sonra kesintiye uğrayan demokrasi, ancak otuz sene sonra 1908’de askıdan indirilerek tekrar devreye konulabildi.

Ne var ki, meşrutiyet, bu tarihten sonra da bir türlü rahat yüzü görmedi veya kıymeti bilinemediği için hakkıyla tatbik edilemedi.
On yıl, İttihatçıların despotluğu sebebiyle, 1923’ten sonra ise tek parti jakobenizmi yüzünden, demokrasinin berrak çehresi ancak 1950’den sonra görülebildi. Ki, on yıl arayla yaşanan darbe ve muhtıralar sebebiyle, demokrasinin aslî ruhuna uygun bir işleyişe bugün bile vasıl olabilmiş değiliz.

73
İslâm ile Demokrasi ilişkisini nasıl tanımlarsınız?
Bu konu yaklaşık 150 senedir tartışılıyor. Basıları “Bize Batı’dan geldi” diyerek “demokrasi” tabirine takılıyor. Bazıları da “Bu şeriata aykırı” diyerek karşı geliyor.

Meşrutiyetin, günümüzdeki karşılığı itibariyle “Cumhurî Demokrasi”nin şeriata uygun olup Saadet Asrında da bu manadaki bir sistemin tatbik edildiğini ifade ile buna hayatı boyunca sahip çıkan yegâne âlim şahsiyet, Bediüzzaman Said Nursî’dir.
Demokrasiyi savunan, sahip çıkan, şüphesiz başka kimseler de var. Ancak, her birinin gerekçesi ayrı ayrı olabiliyor. Nursî’nin gerekçesi ise, bu sistemin şeriata ve Kur’âna uygunluğuna dayanır. Buna âyetlerden delil getirir ve tam sahip çıkar.

Esasen, onun bu sahibiyeti ve konuyla ilgili etkili dersleri, mesajları olmasaydı, Türkiye, bugün Suriye’den, Mısır’dan farksız, beldi çok daha berbat bir durumda olurdu.

Hilafeti nasıl anlamalıyız? Günümüzde halifelik ve padişahlık mümkün olabilir mi?
Günümüzde padişahlık olmaz. Babadan oğula geçen monarşik sistem işlemez. Dünyanın her tarafında imparatorluk devri kapandı.
Halifelik ise, padişahlıktan farklı bir durum. Yeni Türkiye’nin ilk yıllarında, padişahlık olmadığı halde, halifelik devam ediyordu. Meclis’in şahs-ı manevisi, mâna-yı hilâfeti de deruhte edebiliyordu. Halifenin kim olacağını, Millet Meclisi karar veriyordu. Üstelik, Cumhuriyet rejimi kabul edildikten sonra bile… Tâ, 3 Mart 1924’de kadar da durum böyle idi. Meclis istediği zaman, aynı vazifeyi yeniden üstlenebilecek bir hukuka sahip olabiliyor. Zira, hilafeti kimseler alıp da başka yere götürmedi. Muallâkta duruyor.
Kanaatimize göre ise, Risâle-i Nur, doksan senedir mâna-yı hilâfeti bihakkın deruhte ediyor. Zira, hilafetin en mühim vazifesi, iman ve İslâm hakikatlerini umuma ders vermek, neşr ve ilân etmektir. Ki, Risâle-i Nur’un da kemâl-i muzafferiyetle sürdürmüş olduğu aslî vazifesi budur.

Bediüzzaman Hazretleri’nin meşrutiyet, cumhuriyet ve benzeri mahiyetteki kavramlara yaklaşımı nasıldır? Bunları ne şekilde birbirine temas ettiriyor?
Nur Risâlelerindeki ilgili bahisleri okuyup anlayabildiğimiz kadarıyla, bu kavramlar hakkında şöyle bir sıralama ve değerlendirme tarzı söz konusu: Önce hürriyet, sonra meşrûtiyet, sonra cumhuriyet.
Meselâ, Münazarat isimli eserinde, hürriyeti imanla irtibatlandırarak anlatıyor. En yüksek hakikat iman olduğuna göre, imana intisab eden hürriyet de, söz konusu değerler sıralamasının en üst makamına gelip oturuyor.

Esasında, bir yerde hürriyet yoksa, meşrutiyetin, yani demokrasinin veya cumhuriyetin pek bir kıymeti kalmıyor.
Tabii, burada kast ettiğimiz hürriyet, kişinin ne kendine, ne de başkasına zararı dokunmayacak manadaki hürriyettir.
Yakın tarihimiz itibariyle dikkat çekici bir hususa da kısaca temas edelim. Yeni Türkiye’de önce cumhuriyet kabul edildi ve fakat ne hürriyet vardı, ne de demokrasi…

Yani, değerler sıralamasına göre tam tersi bir durum cereyan etti. Kısaca ifade etmek gerekirse: Önce, sadece isimden ve resimden ibaret bir cumhurî sistem kuruldu; kuruluşundan 27 sene sonra ancak demokrasinin yarı çehresi görünebildi; hürriyet ise, ne yazık ki hâlâ ona hasret gidiyoruz.

Özetle: Cumhuriyet var, ancak demokrasimiz-özellikle Kemalizm, darbeler ve muhtıralar sebebiyle-yarım, aksak ve topal durumda. Fikir ve inanç hürriyeti ise, henüz sağlanabilmiş, yahut garanti altına alınabilmiş değil. İnşallah, günün birinden o değerlere de kâmilen sahip bir duruma geliriz.

16

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*