Zekâ

“Durdurulamayan bir kafa…”

Zekâ, ışığın insan bedenindeki ilk mekânı olarak düşünülmüş önceleri… Hayalin, ardında görüntünün insanla ilk bağdaşması (tasavvur) ışığın varlık üzerine düşmesiyle insanın zekâsı ile tanışması. Böylelikle bir âlem çizildiği görülebilmiş…
Bediüzzaman’ın, “herkesin bir hususi âlemi var” dediği işte bu âlemdir. Bunu gerçek dünyaya (hakikat âlemi) uyarlamayı sağlayan ise Nuraniyyet sırrıdır. Üstad’ın “…Radyumvari o madde-i Kur’ânî ışığıyla sezmiştim” dediği ışık ise, Müslüman zekâsını (Kur’ân kâinatın aklıdır!) harekete geçiren (ışıma), Nuranîyettir.
Bir araştırmaya göre (Current Biology dergisinde yayınlandı), zekâ seviyesi yüksek olan bireylerin beyinleri verileri farklı işliyor. Bu da zeki insanların hareketli nesneleri ayrıştırmada daha dikkatli olduğunu (böylece odaklanma yetisi ile estetik eleştiriyi birlikte düşünebiliriz) gösteriyor. Zekâ, beyin ya da dimağ içindeki insan makinesinin sistemini çalıştıran, aradaki bağlantı ve ilişkileri kurma yeteneği, zihnin çarklarıdır. Zekâ bir âlet olması cihetiyle (iyi ya da kötüye) kullanılabilecek bir konumdadır. Eğer kullanılmaz ise, her halûkarda neticesizliği (donma) getirir. Bediüzzaman buna da tab’ (tabiat fikr-i küfrîsi buradan üretiliyor, zayıf haline ise ülfet deniyor) diyor. “Fennin himmetiyle, zaman-ı halde filcümle, inşâallah istikbalde bitamamihi hükümferma” olacağını öngördüğü şöyle bir zekâ (işleyiş) vardır:

“kuvvete bedel hak” ve
“safsataya bedel bürhan” ve
“tab’a bedel akıl” ve
“hevaya bedel hüda” ve
“taassuba bedel metanet” ve
“garaza bedel hamiyet” ve
“müyulat-ı nefsaniyeye bedel temayülat-ı ukûl” ve
“hissiyata bedel efkâr”.
(Muhakemat)

Buradaki ‘inkılab’ı gerçekleştirecek zekânın çalıştırılması niyetin, iradenin ve bir imanın varlığını gerektirir. Bunun için de önderimiz, Efendimiz’in (asm) nurundan teşkil edilen zekâsıdır. Buna sadece bir misal olarak, huruf-u mukattaa denilen, Kur’ânın bazı sûrelerinin başlarındaki şifrelerdir.

“Şifrevari şu huruf-u mukattaanın zikri,
Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın
fevkalâde bir zekâya mâlik olduğuna işarettir ki:
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm remizleri,
îmaları ve en gizli şeyleri sarih gibi telakki eder, anlar.”
(İşarat-ül İ’caz)

Peygamber Efendimiz’in ümmi olması ile birlikte düşündüğümüzde mücerred bir zekânın mutlak safiyetinin dahi misli olmadığını görürüz. Kur’ân’dan ve Nur-u Muhammedî’den yansıyan hususî âlemler “büyük zekâlar ve ulvî dehâlar” olarak tarif ediliyor ki, “Ondan en çok istifade ederek hakkaniyetini ispat ediyorlar.”

Bediüzzaman’a göre: “Celcelutiye ve Mesnevî-i Şerif
ve Fütuh-ul Gayb ve emsali âsâr…” şu nev’idendir ki:
“…doğrudan doğruya menba-i vahy olan Zât-ı Pâk-i Risalet’in (asm)
manevî ilham ve telkinatıdır.”

Bu durumda, bu eserler, doğrudan “kendi zekâ ve irfanlarının neticesi değildir.” Bilakis, bu yüksek zekâlar, ilham ve telkinatın “tanziminde ve tarz-ı beyanında bir hisseleri vardır”; yani, onların zekâları “o mananın mazharı, mir’atı ve ma’kesi hükmündedirler.” (mazhar, mir’at ve ma’kes kelimeleri ise ayrı bir yazı konusudur)

31

Üstad’ın “Bediüzzaman” ismi, hafıza ve hafızadaki verileri işleme yeteneği olan zekânın -tıpkı mezhep imamlarındaki gibi, birleşimdeki kemali içerir. İlham ve sünûhat-ı kalbî çıkışlı bir hafıza (kendisi buna ders-i nebevi der) ve bunları işleyecek bir zekâ Risaleleri ortaya çıkarmıştır. Çünkü manalar kalbin sûveydasına ilham ve sünûhat olarak düşer. Bundan sonra zekâda, bağlantı noktalarında işlenerek (âlem-i misalde) söz ve kelime olarak vücûd bulur. Üstad’ın zekâsının çarkları eserlerinin muhatapları için de bir muammayı çözebilecek yeteneği beklemektedir. Üslûbundaki işgali (kompleks yapıyı) hatırlatanlara, uslûbun insanın aynası olduğuna işaret ile “ben de bir muammayım” der.

Kendi söylediklerinin mihenge vurulmasını hatırlatırken, bunun için de:

“Kur’ânın semavî dersleriyle ve Risale-i Nur’un esasatıyla ve şakirdlerinin zekâvetleriyle…”
üç aşamalı bir metodoloji kurar ve talebelerine şöyle hitap eder:
“…esrar-ı Kur’âniyede beni iştiyaklarıyla konuşturan zeki, ferasetli muhatablarım!”
(Barla Lahikası)

Shaftesbury, Platon’a dayanarak güzelliğin yapısını güzellik düşüncesinin (idea) gerçekleşmesinde bulur. Bunun da yapısı gene biçim verici güçtür. Düşünce, biçim verici biçimdir. Deha ise, san’atı zekâ olduğundan, her ikisidir. Ama bu biçim almış biçimin hoşa gitmesi, uyum düzenindendir. Zekâ ve san’atı aşağıdan yukarı veya yukarıdan aşağı iki farklı süreçte çalışır. Bediüzzaman birincisine deha, ikincisine hüda der. (Deha da iki farklı karaktere dönüşür: “biri hayal-âlûd, diğeri madde-perest”) Bunların zekâ ile ilişkisi ise şöyledir:

  “Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı. Hüda kalbde işliyor, dimağı da işletir.
Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüda ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir.
Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.”
(İman ve Küfür Müvazeneleri)

Birinci sürecin sonunda (deha) ancak yüzden biri kurtulur; Eflatun (Platon), Sokrat gibi. İkinci sürecin sonucu: “…hüda-yı Kur’ânî” dir ki: “…onun sırat-ı müstakimi îsal eder o bizi.”
İmandaki bitmeyen tecdid tâb ve eneden kurtulmak içindir; sürekli çarkların dönmesini sağlamaktır. Ancak burada, an şart, kalpten çıkan manaların işlenmesidir. [Bir de, vesvese denilen, kalbin içinde süveydâ dışında şeytanın kullandığı bir nokta vardır ki, buradan husule gelen dehâ ise insanı bir canavara dönüştürür.] Gelen mânâyı ölçecek (ölçü birimleri) ise şeriatın mizanlarıdır.

Aklın ve zihnin doğru çalışması (zekânın doğru işlemesi) için dört yaklaşımın doğru yerinde ortaya çıkması gerekir: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet, nazar… Bu da şu demektir: “…nimete bakıldığı zaman Mün’im, san’ata bakıldığı zaman Sâni’, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.” (Mesnevi-i Nuriye)

Bediüzzaman’ın talebelerinden pek çok “hakiki muhatab”
yüksek zekâlar, ulvî dehalar yetişmiştir.
Zübeyir Gündüzalp, örneğin, böyle “durdurulamayan bir kafa”dır.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*