İslâm’ın gür sedası: Risale-i Nur

“Risâleti’n Nur bu asrı, belki gelen istikbâli
tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’âniyedir.”
Bediüzzaman Said Nursî

Müellifi Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası adlı eserinde böyle tarif eder Risâle-i Nur’u. Risâleleri yazarak çoğaltan talebelerinin, okuyan insanların, bu tarifi teyid eden medh ü senâları ve takdirkâr ifadeleri ile de Risâle-i Nur hesâbına ebede kadar iftihar ettiğini söyler.

Risâleler belli bir zamana münhasır olmadığı için eserlerinin mahiyetini, muhtevasını ve yaşanan zamanla irtibatını da ‘Bu asrın ehemmiyetli ve mânevî ve ilmî bir mürşidi, bu zamanı tenvir eden bir mu’cize-i mânevîye-i Kur’âniye’ tabirleri ile dile getirir.

Mezkûr tarifte ve tabirlerde, kullanılan ifadelerin istikameti hâlden istikbâle, yani ileriye doğru olsa da, cümlenin muhtevası dairevâri ve umumîdir. Risâle-i Nur’un, hâl-i hazırın yanı sıra geçmişi, geleceği ile bütün zamanları nurlandırıp aydınlattığını ifade eder.

Eserlere bu nazarla bakınca gerçekten Risâle-i Nur’un cep feneri, lamba, floresan, projektör gibi sadece çevrildiği istikameti, tutulduğu yeri ışıtan mevziî bir ışık kaynağı değil; güneş, ay, yıldız gibi bulunduğu yeri bütünü ile nurlandıran semavî bir nur ummanı olduğu görülür.

“Risâle-i Nur, yalnız cüz’î bir tahribâtı ve bir küçük hâneyi tâmir etmiyor; belki küllî bir tahribâtı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît kal’ayı tâmir ediyor. Ve yalnız husûsi bir kalbi ve has bir vicdânı ıslâha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedârik ve terâküm eden müfsid âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umûmiyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umûmun ve bâhusus avâm-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin kısmen kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdân-ı umûmiyeyi, Kur’ân’ın i’câzıyla ve geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve îmânın ilâçlârıyla tedâvi etmeye çalışıyor.” (Hizmet Rehberi s: 87)

Nitekim, Bediüzzaman’ın bu sözlerinde de görüldüğü gibi, Risâle-i Nur, yalnız küçük bir hâneyi tamire, hususî kalbi ve has vicdanı ıslaha çalışmıyor. Aynı zamanda değişen şartlara, gelişen imkânlara; dinî, ilmî, fikrî, içtimaî hâllere, hadiselere göre gelecekte sorulması muhtemel sorulara da muknî cevaplar veriyor.

Tenvir ve tamir vazifesini hakkı ile yapmanın yanında; kâinat, İslâmiyet, Müslümanlar ve insanlık hakkında bin senedir biriken muammaları, şüpheleri, tereddütleri izale ederek insanların karışan fikirlerini, yaralanan kalplerini, bozulan vicdanlarını Kur’ânî, imanî ilaçlarla tedavi etmiş, ediyor ve edecek.

Zaten kâinat kitabının ezelî tercümesi olan ve Arş-ı Âzam’dan, İsm-i Âzam’dan gelen Kur’ân-ı Kerîm ebedî olduğuna göre, ‘Kur’ân-ı Mücizü’l-Beyânın i’câz-ı mânevîsinden çıkan’ o nurlar da ebedîdir. Bu itibarla denebilir ki:

Risâle-i Nur, zamanın nurudur. “Bir nur çıkacak, gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek.”

Bediüzzaman, ilk defa bu sözlerle ifade etmişti sünûhat hâlinde kalbine gelip ruhunu tenevvür eden o nurun müjdesini. Sonra da Birinci Harb-i Umumî’den önce gördüğü rüya-ı sadıkada; büyük bir infılâk ve inkılâp meydana geleceğini, Kur’ân’ın etrafındaki surların yıkılacağını, Kur’ân’ın i’cazının onun çelik zırhı olacağını, Kur’ân’ın icazının izharı şeklinde tecellî edecek olan o nurun intişarına kendisinin namzet olduğunu anlamıştı.

Harb-i Umumî’den sonra Rumî 1335, miladî 1919 senesinin Eylül ayında, bir Cuma gecesi yaşadığı ve ‘hakikaten yakaza’ dediği rüya-yı sâdıkada, İslâm’ın mukadderatı için teşekkül eden Selef-i Salihînden, a’sarın mebuslarından müteşekkil muhteşem bir meclisin huzuruna çağırılmıştı.

‘Hicab edip kapıda durduğu’ zaman meclisten bir zat ‘Ey felâket ve helâket asrının adamı, senin de reyin var, fikrini beyan et’ diyerek meclis adına ona bilmânâ mücedditlik, müçtehidlik vazifesini tebliğ etmiş, İslâm âleminde yaşanan ve yaşanacak olan içtimaî hadiseler hakkındaki fikrini sormuştu.

“Sorun cevap vereyim” demişti Bediüzzaman.

Meclisten bir kişi tarafından, yine meclis adına sorulan Osmanlı’nın mağlubiyeti, galibiyet ihtimali, vuku bulan musibetler, musibet-zedelerin mükâfatı, Batı medeniyeti, İslâm medeniyeti ve o medeniyetlerin mukayesesi, şeriat, Şark, Garp husumeti gibi tarihî, dinî, içtimaî hususlarda sorulan bütün sorulara Said Nursî cevap vermişti.

‘Rüyada Bir Hitabe’nin seyrinden, veciz ve muknî cevapları dikkatle dinlediği anlaşılan meclis mensuplarından, anlatılanları tasdik emareleri ve takdir ifadeleri tezahür etmişti. Ardından da hem meclise, hem gelecek nesillere verilen müjde muhtevalı ümit hitaplı o söz yükselmişti:

“Ümitvar olunuz, şu istikbâl inkılâbı içinde en yüksek gür sedâ, İslâm’ın sedâsı olacaktır!”

Said Nursî, o muhteşem meclisten mezkûr müjdeyi aldıktan hemen sonra başladı, İslâm’ın en yüksek gür sedâsı mahiyeti taşıyan ve külliyâtın fihristesi sayıp ‘nurun fidanlığı’ dediği Mesnevi-i Nuriye adlı eserini yazmaya.

O, tıpkı Pasinler Cephesi’nde İşârâtü’l-İ’caz adlı tefsirini yazarken yaptığı gibi yine bir yandan işgalcilerle mücadele ederken, diğer yandan eserlerini yazıp neşredecekti. Hatta bazı küçük risâleleri matbaada bastırıp halka dağıtmıştı.

Bediüzzaman, kendi tabiri ile sipere girmeyip cephede mücadele ederken ‘Bu kahraman hoca bize lâzımdır’ diyen M. Kemal’in talebi üzerine bazı dostları tarafından ısrarla Ankara’ya davet edildi. Millî Kurtuluş Hareketine maddî mânevî katkıda bulunmak maksadıyla oraya gittiğinde, ‘Ankara’yı en kara bir hâlet içinde görünce’ Hadis-i Şeriflerde işaret edilen ve İslâm’a zarar verecek olan tağutların zuhur ettiğini anladı.

Peygamberimize (asm) atfedilen ‘O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibi ile onlara galebe edilmez. Ancak mânevî kılıç hükmünde i’câz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebilir’ (Tarihçe, 131) rivayetindeki tavsiyeye uyarak Van’a gitti. Orada inziva, telif, irşad faaliyetleri ile meşgul olurken, Şeyh Said isyanı bahane edilerek önce Burdur’a, sonra Barla’ya sürüldü.

Bediüzzaman Said Nursî, Barla’da iken başlamıştı tağutların taunî tahribatı. Onlar devletin imkânlarını, hükümetlerin yetkilerini de kullanarak imanın esaslarına ve şeair-i İslâmiye addedilen değerlere saldırdıkça, Said Nursî, yetiştirdiği talebelerinin de yardımı ile iman hakikatlerini anlatıp İslâmî şeairleri ihya eden eserler yazdı.

Risaleler telif edildikçe plânları bozulan tağutlar onu susturmak için imkânlar, makamlar vermek istediler. O kabul etmeyince zehirlediler, mahkemelerde süründürdüler, hapishanelere attılar, sürgün ettiler, emsalsiz işkencelere maruz bıraktılar.

Ama Bediüzzaman, ‘bütün ömrünü harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket hapishanelerinde ezâ, cefâ çekerek’ geçirmek, ‘dünyasını da ahiretini de feda etmek’ pahasına, önce ‘Sözler’ dediği, sonra aldığı mânevî ihtara binaen Risâle-i Nur Külliyatı adanı verdiği yüz otuz parçalık Kur’ân tefsirinin telifini tamamladı.

Bununla da kalmadı, cihanşümûl bir tenevvür hareketi ve dinî iman ekolü olan Nur hizmetini tesis etti. Fedakâr talebeler yetiştirdi, Mekke, Medine, Vatikan ve Amerika başta olmak üzere, dünyanın elli kadar ülkesine talebe ve Risâle göndererek hayat hedefi olan ‘İslâm’ı dünyaya hakim kılma’ hareketini başlattı.

Kendisinin ‘Kırk sene sonra Risâle-i Nur–bu asrı ve gelen istikbali tenvir ettiği–hakîkati kör gözlere dahi gösterdi’ (Hizmet Rehberi, 30) sözleri ile de ifade ettiği gibi değişik zamanlarda kalbine ilham edilen o nuru parlattı, mânevî vazifesi icabı yapması gereken ve müjdesini aldığı kudsî sedâyı yükseltti.

Bu gün, Risâle-i Nurlar Arapça ve İngilizce başta olmak üzere, dünyanın elliden fazla diline tercüme edildi. Türkiye ile birlikte dünyanın hemen her ülkesinde ve o ülkelerin ekser şehirlerinde açılan Nur medreselerinde her gün muntazaman okunan Risâle-i Nurlar, muayyen zamanlarda verilen seminerler, büyük salonlarda yapılan konferanslar, beynelmilel şartlarda tertip edilen açık oturumlar, paneller, radyolarda, televizyonlarda, bilgisayar ekranlarında, internet sayfalarında yapılan programlar ve sair faaliyetler vesilesiyle, her yıl on binlerce gayr-i Müslim Müslüman oluyor.

Yani, İslâm’ın sedâsı yükseliyor.

Böylece 1335 senesi Eylül’ünün bir cuma gecesi âlem-i misâlde, İslâm’ın mukadderatını görüşmek maksadıyla teşekkül eden o muhteşem meclisin istikbâl inkılâbı içinde olacağını haber verdiği müjde gerçekleşti.

Zîra Risâle-i Nur, bu zamanda yükselen ve kıyamete kadar devam edecek olan İslâm’ın en yüksek gür sedâsıdır.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*