Hayat kahramanı, siyaset kahramanı, demokrasi kahramanı, hizmet kahramanı…

“Allah ondan razı olsun.”

İlk defa, çocukluk yıllarında duymuştum bu ifadeyi. Zamanla dua olduğunu anlayınca her seferinde dikkatle dinlemiş ve o makbul duanın kime, niçin yapıldığını merak edip öğrenmeye çalışmıştım.

Köyün ihtiyarları, bilhassa kadınlar; ahşap minareden okunan ezanı huşû içinde dinledikten veya çeşmenin başında kana kana su içip ‘Elhamdülillah’ dedikten sonra ekseriyetle öyle dua ederlerdi. Babaannem de onlardan biriydi. Çoğu zaman abdest alırken, su içerken, bazen de kıldığı namazı müteakip mırıldanarak yaptığı dualarını o ifadeyle bitirirdi.

Ezan ve su…

Hep bu iki kelimeyi hatırlardım onları öyle dua ederken görünce. Köylülerin hâllerine, tavırlarına bakıp mezkûr kelimeler arasında bağ kurmaya çalışsam da, ezan okunurken su ile abdest almanın dışında bir ilgi kuramazdım. Köylülerin ezana da su kadar, hatta ondan daha fazla hasret kaldıklarını anlar ve sebebini düşünürdüm.

Dua etmenin mânâsını, mahiyetini anlamaya başladığım yıllarda da o ifadeyi çok duyunca, adını sâkinlerinden başka kimsenin bilmediği bu küçük dağ köyünde pek çok insanın, her vesile ile ‘Allah razı olsun’ dediği o kişinin kim olduğunu sormuştum.

“Babaanne, kim o?”

“O işte oğlum, o.”

“İyi de o kim?”

“Minarede ezanı okutan, köye suyu getiren adam.”

 

15

Bu cevaptan, o adamın kim olduğunu, ancak ezanın mahiyetini bilip suyun serüvenini araştırdığım takdirde öğrenebileceğimi anlamıştım. Aile büyüklerinden, günün beş vakti gürül gürül okunan ezanın mahiyetini ve köy meydanında şırıl şırıl akarak insanların yanı sıra hayvanlara da, bitkilere de hayat kaynağı olan çeşmenin yapılış macerasını anlatmalarını istemiştim.

Onlar, ezan bahsi açılınca mahzunlaşmışlar, derin birkaç nefes alarak hislerini teskin ettikten sonra ezanın mânâsını hatırlatıp kendileri için mânevî hayat kaynağı olduğunu anlatmışlar ve bir zamanlar ezan okumanın, Kur’ân öğrenmenin yasaklandığını, kendilerine dinlerini öğreterek ruhlarını teskin, kalplerini tatmin edecek hoca bir yana, cenazelerini kaldıracak insan bile bulamadıklarını söyleyip ağlamışlardı. Çeşmeden bahsederken ise, âdetâ su gibi akmaya başlamışlardı. Önceleri köyde su kaynağının olmadığını, köylülerin su ihtiyacını, her gün sarp kayaların arasından geçip dik yamaçta uzun zikzaklar çizerek gittikleri derin vadinin dibindeki dereden getirdikleri sularla karşıladıklarını, çetin geçen kış aylarında buz tutan kayalıklardan kayarak yaralanmalarla, hatta ölümlerle biten elim kazalar yaşadıklarını anlatmışlardı.

O zaman, “Köylü milletin efendisidir” diyen devlet adamlarının, aldıkları ağır vergilerle köylüyü açlığa, susuzluğa, fakirliğe, sefalete mahkûm etmekle kalmayıp onların mânevî hayat kaynakları olan ezanı susturarak, Kur’ân’ı yasaklayarak mânen de öldürmek istediklerini anlamıştım. Buna mukabil, “Yeter, söz milletindir” diyerek köylüye değer, imkân ve inancını yaşama hürriyeti verenlerse; hem ezan okumayı, Kur’ân öğrenmeyi serbest bırakmışlar, hem uzak bir kaynaktan borularla köye su getirip çeşme yaptırarak sevgilerini, dualarını kazanmışlar, hem de seçimlerde reylerini almışlar ve iktidara gelmişlerdi.

Köylülerin, hayatî ihtiyaç olan ezan ve su için yıllar boyu çektikleri zorlukları, göze aldıkları tehlikeleri öğrenince ürpermiş; günün beş vakti iştiyakla ezan okuyan hocayı, camiye giden ihtiyarları, Kur’ân öğrenen çocukları, çeşmeden su taşıyan insanları, yalağından sulanan hayvanları, etrafında yetişen ağaçları, yeşeren otları, açan çiçekleri gördükçe o adama hayran kalmıştım. “O adam kim?” demiştim bir seferinde yine babaanneme. “Menderes oğlum, Adnan Menderes” demişti dedem, babaannemin o ismi telaffuz etmekte zorlandığını görünce.

26

Adnan Menderes…

Köydeki akrabalarımın, arkadaşlarımın ve köylülerin dışında ilk öğrendiğim isimdi bu. Ben de ekser köylüler gibi kendisini hiç tanımadığım, birkaç sefer resmini gördüğüm, sesini ancak bazı günler köy odasındaki pilli radyonun cızıltılı gürültüsü arasında güçlükle duyabildiğim o adamın adını bilir ve her vesile ile anar olmuştum.

Ben sık sık adını duyduğum, niçin dua edildiğini bildiğim adamın daha kim olduğunu öğrenmeden kesilmişti alenî söyleyişler, takdirkâr yâd edişler, sitayişkâr anışlar. Gerçi yine ezan okunuyor, çeşme akıyordu, ama köylülerin neşesi kaçmış, huzuru bozulmuş, siyasî içtimaî hususlarda âdetâ ağızlarını bıçak açmaz olmuştu. Hatta bazılarının onun için gizli gizli ağladıklarını görmüştüm.

Memlekette, ne olduğunu bilmediğim bazı hadiseler vuku bulmuş, köyde devletin yüzü addedilse de sevgiden ziyade korku ile bakılan karakol hareketlenmişti. Jandarmalar evlere âni baskınlar yapmışlar ve köyün ileri gelenlerini, Menderes’in resmini bulundurdukları, onu öven sözler söyledikleri iddiasıyla tekme tokat döverek götürmüşlerdi.

Karakolun nezaretine atılanlar günlerce süren işkencelerden sonra hakaretamiz sözlerle kelepçelenerek kasabaya götürülmüşler, geride kalanlarsa susturulup sindirilmişlerdi. Köyde Adnan veya Menderes adlı kimse olmadığından, o adamın adı da artık duyulmaz olmuştu.

Bir süre sonra, cürüm işlemiş câni muamelesi yapılarak götürülenler, suçsuz bulunup salıverilince köye dönmüşlerdi. O günlerde doğan bir çocuğa Adnan, ardından doğana da Menderes adı verilmişti. Sonraki yıllarda başka çocuklara da verilmesi ile bu isimler artmış ve köyde ezanı okutup suyu getiren adamın adı, annelerin, babaların çocuklarını çağırmaları neticesinde yeniden ve daha sık duyulmaya başlanmıştı.

O zamanki söyleyişiyle ilk ‘mektebe’ o yıllarda gitmiştim. Köyde ilkokulu, kasabada liseyi, şehirde üniversiteyi bitirip hayata atılmıştım. Bu arada, çocukluğumda çok duysam da sebebini bilmediğim tek parti döneminin, askerî darbelerin, dinî, siyasî, içtimaî hadiselerin mahiyetini anlamış ve o adamı ben de dualarıma dâhil etmiştim.

Bir seçim arifesinde sıla-i rahim için köye geldiğimde, köylüleri çok hareketli bulmuştum. Köyde yine karakol vardı, müsellah jandarmalar devriye geziyorlardı. Ama artık onları gören köylüler susmuyorlar, köy odasında, kahvede, caminin eyvanında memleket meselelerini konuşuyorlar, her vesile ile o adamın adını anıyorlardı.

Akşam eve geldiğimde babam bütün hâne halkını toplamış, içinde hâlâ askerlik hatırası eşyalarını sakladığı tahta bavulunu açmış, alt tarafındaki gizli bölmeden Menderes’in resmini çıkarıp kırışıklıklarını eli ile okşarcasına usulca düzelterek bize doğru çevirmişti.

Yarım profilden çekilmiş, masum görünen nuranî bir yüzü vardı. Açık alnı, dolgun yanakları, ışıltılı gözleri, kalın kaşları, belirgin burnu ve mütenasip hatları ile dikkati çeken simayı sevimli hâle getiren ılık tebessüm, öldüğü zaman bile silinmeyecek kadar fıtrî görünüyordu.

Biz, vesikalık fotoğraftan birkaç misli büyütülerek seçim afişi yapılan siyah beyaz resme bakarken babam, hakkında dua mânâsı da taşıyan senakâr ifadeler kullanmış, ardından sözü, o günlerde memleketin içtimaî, siyasî hayatını hareketlendiren seçime getirmişti.

Kendisinin, Menderes’in partisi olarak bilinen ve ‘demir kırat’ diye tabir ettiği partiye rey vereceğini söylemişti. Bu kararının sebebini anlatırken anasının, babasının öyle vasiyet ettiğini ve onun zamanında Arapça ezan okumanın serbest bırakıldığını, köye suyun getirildiğini de hatırlatarak eklemişti:

“Demir kırata rey vermeyen evladıma hakkımı helâl etmem.”

Babamın ilk defa hakkını nazara vererek bizden bir şey istemesi hepimizi şaşırtmıştı. Bizi demokrat düşünce içinde yetiştirdiği için o öyle bir ikazda bulunmasa da kararımız değişmezdi ama ikazı, demokrat anlayışımızı hayat görüşü hâline getirmemize vesile olmuştu.

Bir gün sonra seçimler yapılıp sandıklar açıldığında köydeki reylerin kahir ekseriyeti demir kırata çıkmıştı. Seçim üzerine yapılan sohbetlerde, köyde ellili yılları yaşayan yaşlıların ekseriyetinin de babam gibi atalık haklarını ortaya koyarak evlatlarının tercihinde tesirli oldukları anlaşılmıştı.

O günlerde, çeşitli vesilelerle yaptığım seyahatlerde, memleketin hemen her yerinde böyle hadiselerin yaşandığını öğrenince, o adamı daha yakından tanımaya karar vermiştim. Yaptıklarını araştırmaya başladığımda karşıma, sıradan insan ahvâlli mütebessim bir kahraman çıkmıştı.

Gerçekten bir kahramandı o. Cesaretini savaş meydanlarında silahla değil, siyaset meydanlarında fikirle, hitapla göstermiş, şeair-i İslâmiye’yi ihyâ hususunda isabetli kararlar vermiş, cesur icraatlar yapmış ve pek çok sahada o muteber sıfatı almaya hak kazanmıştı. Hayat kahramanı, siyaset kahramanı, demokrasi kahramanı, hizmet kahramanı.

Ama hepsinden mühimi, İslâm kahramanı…

20

Yaptığı işleri, kazandığı başarıları ve aldığı sıfatları öğrenince, onu örnek almak için yaşadıklarını bilip hayat macerasına âşinâ olmam gerektiğini de anlamıştım. Hareketlenen merak hislerim, ‘köye suyu getiren adam’ tabirinin de tedaisi ile beni geçtiği yere hayat veren büyük bir nehre götürmüştü. Menderes Nehri’ne…

Anadolu’nun bel kemiği sayılan dağlardan biri olan Sandıklı Dağları’nın Su Çıkan Mevkii’nden doğan bu nehir; çeşitli çaylarla, derelerle, pınarlarla, ırmaklarla birleşip göllerinden, göletlerden beslendikçe büyümüş, genişlemiş ve 584 kilometrelik engebeli mesafeleri geçerek Söke’nin Dipburun koyundan denize dökülmüştü.

Doğudan batıya doğru aktıkça zikzaklar çizmiş, kavisler geçmiş, kâh coşup çağlamış, kâh bulanıp durulmuştu. Aktığı ovalar bereketlenmiş, durduğu yerler cennete teşbih edilmişti. Suladığı geniş havzaya adını vererek çocuklara isim, ailelere unvan olacak kadar insanların hayatında yer almıştı.

O da Menderes Havzası’nda doğup büyümüştü. Soyadı kanunu çıktığında önceleri nüfus memuruna Ertekin kelimesini yazdırmışsa da, Menderes Nehri’nin hayatındaki yerini hatırlayınca o kelimeyi değiştirmiş ve kast-ı mahsusla Menderes soyadını almıştı.

Adnan Menderes olarak siyasete atılmış, seçimlere girmiş, halk tabiri ile ‘sandıktan çıkarak’ memlekete hizmet etmeye başlamıştı. Milletin sesine kulak vermiş, demokrasiyi gerçekleştirmiş, hürriyete zemin hazırlamış, tek parti sultasını, millî şef baskısını, jandarma zulmünü bitirmiş, bürokrasi tahakkümünü kaldırmıştı.

Menderes’in zamanında, Müslüman Müslümanlığının hazzını hissetmiş, fert insan olduğunu anlamış, millet beşeriyetten millet muamelesi görmüş, memleket tıpkı Menderes Havzası gibi rahmete mazhar olmuş, suyla hayat bulmuş, bolluğa kavuşmuş, berekete bürünmüştü.

Hürriyet demokrasi, huzur mutluluk, bolluk bereket yılları demişti ahâli o zamana. O da Menderes Nehri gibi milletin duasından kuvvet alıp sevgisi ve saygısı ile beslendikçe coşmuş, çağlamıştı. Bazen boz bulanık akmış, bazen arınıp durulmuş ve altmış bir yıllık ömrünün, on yıl süren hareketli akışının ardından millet denizinin sinesine çekilmişti.

George Elliot, “Hayat hızla akan bir nehirdir. Altın gibi pırıltıları akıp gider, bize sadece kumu kalır” demişti. Bu söz âdetâ o adam için söylenmiş gibiydi. Bir nehrin akışı ile onun adını alan adamın serencamı, ancak bu kadar birbirine benzeyebilirdi.

Onun adı ile anılan adamın.

Yani, Adnan Menderes’in…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*