Sesler, seslenişler (2)

Çok kolay sorular soracağım. “Yıldızların bestesini biliyor musunuz?” diye meselâ. Gökyüzünün bestesini, ayın, güneşin… Dinler misiniz bazen? Öyle zor sorular sormam; kolay sorular bunlar. Haydi, daha kolayını sorayım: Kalbinizin sesini, müziğini, bestesini, hevesini, nesini… dinliyor musunuz? Peki, akın akın bulutların bestesinden bihaber misiniz? Bir haber misiniz? Adımlarınızın bestesini? Çocukların size masum masum bakarken ki bestesini? Kedilerin o miyavlayışları beni bir hoş eder. Yalvarır; bir şeyler ver, diye. Alır almaz da kaçarlar; {Bu senden değil, diye imiş bu kaçışın anlam fotoğrafı.}

Baksana; hayatın bestesini duyuyor musun? Soruyu daha da kolaylaştırayım:

Rüzgârların bestesini duyuyor musun? Yaprakların bestesini? Taşların tıktıkasını duyuyor musun? Suların zemzemesini, demdemesini duyuyor musun?

{Bana bu kadar soru sordurtma lütfen!}

Haydi haydi, daha kolay soru sorayım:

En son hayatın hangi güzel bestesini dinledin? Ne; zorlaştı mı soru? Kolaylaştırayım istersen:

Kendi besteni ne zaman dinledin? İçinin bestesini; senin besteni? Kalbinin, ha? Nasıl (vuruyor) kalbin? Hiç şöyle kulağını kalbine dayadığın oldu mu? Rast gele değil. {Sustum burada. Neden? Duyasın diye… Neyi duyasın? Suskunluğun (mu) nesini duyacaksın?}

Ah, bilsek “suskunluk” öyle bir beste ki! “Sükût bestesi” diye bir beste yapabilirler mi ki bestekârlar? İşte bu besteyi… Sessizliğin bestesini…

Kelimelerle çok mu oyun oynuyoruz? Hayır, hayır! Kelimeler çağırıyor beni:

Oyunlara, bestelere, seslere, nefeslere, heveslere, yepyeni bakışlara, akışlara, duyuşlara…

…yalanları, gıybetleri duymayışlara çağırıyor.

36

Kelimeler çağırıyor, ha? Haa, az kalsın unutuyordum. Her kelimenin kendine göre bir bestesi varmış. Onu duyuyor musun?

Sorular zorlaşıyor en iyisi ben vazgeçeyim. İsterseniz programı burada keseyim! Devam mı edeyim? Haydi devam edeyim; madem öyle; devam edin… deyişinizi duyar gibiyim. Ama içimin sesini duysam ben de size duyuracağım.

Bir sırrımı vereyim mi? Ben de kalbimi çok az dinliyormuşum. Hayatın gürültüsü bu besteleri unutturuyor. Ben 3G’den çok korkuyorum. 3G’den sen de kork! Söyleyeyim mi 3G’yi: Gürültü, gevşeklik, gevezelik…

Hiçbir notaya girmez bunlar; değil mi?…

Hayat: Gürültünün susturuluşu olsa gerek…

Hayatın rengi: Gevezeliğin solduruluşu olsa gerek…

Hayatın sağlamlığı: Gevşekliğin koparılıp atılışı olsa gerek…

 

Nerede bir “ahenk” varsa orada “hayat” vardır. Yani ahenk, beste… Notaların gel, gel deyişi… Buradan ayrılamam deyişimiz… İşte hayatla yüz yüze gelişimiz… Sağlam basın; o besteyi duyacaksınız. Yaprakların birbirine sürünüşündeki, sürtünüşündeki besteyi duyacaksınız. Kalbiniz tık, tık, tık s-izi söyler. Bir şeyler fısıldar size. Yaşamak adına şeyler söyler. Kalbimize kulağımızı duya doya koyalım. O besteyi çok terk ediyoruz. Kendimizi çok unutuyoruz. Bestesiz kalıyoruz. Hayatın sesleri, seslenişleri var. Uyuyup kaldınız mı yoksa? Duyuyor musunuz; sesiniz sizinle geziyor; siz kiminle geziyorsunuz?

Bugün sır verme günüm herhalde. Bu programlarda sık sık “sır” veriyorum. Kendi sesini, nefesini, kalbini duymadan yaşayanlar çokmuş. Ben de korkuyorum; onlardan olurum diye. Onlar kimse? Ben kimim; onlar kim? Her ân ben de yakalanabilirim bestesizliğe. Ah, nefeslerini “duymadan yaşaması” insanın; “doymadan yaşaması” demek olsa gerek…

Tıkır tıkır işleyen bir hayat var. Tıkır tıkır yaşanması gereken bir hayat var. Var, var. Besteli bir hayat var. Hayat memat meselesi diyoruz. Yani her ân böyle bir denge, böyle bir ses, böyle bir seslenişşşş… nerede? Duyduğun yerde…

Hayat nerede?

Duyduğun{u, kendinden başlayarak anlattığın} yerde… Belli ki dünya doyma yeri değil ama duyma yeri… Önce kalbimizin sesini…

Çok mu öğüt veriyorum yoksa? Hayır! İsterseniz dinlemeyin! Biraz kendime söylüyorum, kendimle konuşuyorum. Sizleri; çokça kendim gibi gördüğümden söylüyorum. Montain der ki: “Bir insanda bütün insanlığın hâlleri vardır.”

Gaflete düştüğümüz olmuyor mu? Duyuşları duymadığımız, besteleri duymadığımız, kalbimizi duymadığımız zamanlar, ânlar yok mu? İşte kendimizi duyuşa bir davet olsun bu konuşmamız da…

Giderken beni karanlığa terk etme; o kelimeyi söyle: Allah’a ısmarladık…

(Hafta içi her gün saat 18.00’de İstanbul Bizim Radyo’da yayınlanan “Keyfince Lügât” programından deşifre edilmiştir.)

 

Ali Hakkoymaz
alihakkoymaz@gmail.com

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*