Başkanlık sisteminin tarihsel serencamı

Son dönemlerde giderek artan başkanlık sistemi tartışmaları hiç hız kesmeden devam ediyor. Biz bu yazımızda başkanlık sisteminin ne olduğu konusunda ansiklopedik teknik bilgi vermekten çok, başkanlık sistemini, tarihsel gelişimi içinde açıklayıp konuyu daha müşahhas hale getirmeye çalışacağız.

Aslında tüm demokratik sistemler, bir yandan çoğunluğun desteğini alanlara yönetme hakkı tanırken, diğer yandan çoğunluğun desteğini alıp yönetme hakkını kazananların yetkilerini sınırlayıp hukuk içinde kalmaya zorlar. Yani demokrasi dediğimiz şey aslında arabalardaki gibi bir gaz-fren sistemidir. Nasıl gaz ve fren pedalları olmadan bir araba kullanılamazsa, meşru yönetme hakkı-yetki sınırları ve hukuk olmadan da, bir ülke demokratik olamaz. Ülke yönetiminde fren ağır basıyorsa bir vesayetçi rejimden ya da vebalı insan gibi bir vesayetçi demokrasiden bahsetmek; gaz ağır basıyorsa, orada da dikta ve zorba bir yönetimden bahsetmek mümkündür. Vesayetçi rejimlerde sürekli fren hâkim olduğundan ülke yol alıp gelişemez, dikta rejimlerinde de yönetimin gazını kesecek bir mekanizma olmadığından, önünde sonunda arabanın ya bir yere tosladığı ya da uçurumdan aşağı yuvarlandığı görülür.

Haddizatında gerek başkanlık sistemi gerekse parlamenter sistem, gaz ve frenin beraber çalıştığı entegre bir demokratik yapı kurup sürdürmeyi amaçlar. Amaçları aynıysa neden ülkeler tek bir demokratik sistemle yönetilmiyor ve neden böyle iki farklı sistem mevcut? Şimdi bu iki konuyu tarihsel gelişimi içinde açıklamaya çalışalım.

Avrupa Kıtası’ndaki demokratik hayata geçişin emaresi olan ilk anayasal belge “Magna Carta” belgesidir.  1215 İngiltere’sinde soylulara bir meydan savaşında yenilen Kral Yurtsuz John, kilise ve soylular ile bir sözleşme imzalamak zorunda kaldı. Bu sözleşmeye göre kralın bazı yetkilerinden feragat etmesi, kanunlara uygun davranması ve hukukun kralın arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunu kabul etmesi mecbur kılınıyordu.  İngilizler Magna Carta ile beraber aşama aşama geleneksel monarşiyi ortadan kaldırmış, onun yerine yine monarşinin çevresinde bir demokrasi ikame etmiş, daha sonra ülkenin yönetim sistemi cumhuriyetçi sembolik bir monarşiye ulaşmıştır.

1700 senelerinde Magna Carta, demokratik ve siyasî düşüncelerin temeli olarak, birçok millet tarafından benimsenmişti. 1992 yılında ABD Başkanı seçilecek olan Thomas Jefferson, 1776 senesinde bu düşüncelerle ABD İstiklal Beyannamesi’ni hazırlamış ve böylece ABD’nin politik yapısı ve başkanlık sistemi meydana çıkmıştır.

ABD’nin ilk kurucuları, ülkelerinde İngiltere gibi bir kral olmadığından, bu lider eksikliğini “Başkan” kavramıyla gidermişlerdir. Ama bu başkanı arabanın sürücü koltuğuna oturtmadan önce, Fransız düşünürü Montesquieu’nün “De l’esprit des lois” adlı kitabında açıkladığı ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinden esinlenerek arabanın gaz-fren-debriyaj sistemini oluşturdular. Bu sistemle, yasama, yürütme ve yargı organlarını birbirinden olabilecek en sert bir biçimde ayırdılar. Bu şekilde, Kralın yerine “Başkan”  geçmemiş oldu. ABD, daha sonra Avrupa’da yönetim şekli olan parlamenter sisteme de hiçbir zaman geçmedi. Zannımca bunun en önemli nedenlerinden biri, elli tane birleşik devletten oluşan ABD’nin güçlü bir lider olmadan bir arada tutulmasının zorluğuydu ve belki de ABD bu elli devleti bir arada tutabilmek için gerekli çimento olarak güçlü bir başkanlık sistemine ve başkana ihtiyaç duymaktaydı.

Kıta Avrupası ülkeleri ise, 1789 Fransız İhtilali ile başlayan süreçten sonra, ABD’ye nazaran demografik açıdan yekpare bir yapı ve ulus-devlete daha yatkın bir yapıya sahip olduğundan, ABD’nin zorluklarına sahip değildiler ve başkanlık sistemine karşı su götürmez şekilde daha demokratik bir sistem olan parlamenterler sistemler, Avrupa’nın son iki yüz yıldır tercih ettiği yönetim sistemleri oldular.

Bugün için, dünya üzerinde parlamenter sistemi tercih eden ülkelerde bir yönetim ve demokrasi sorunu yaşanmazken, başkanlık sistemini tercih eden tüm ülkelerde ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Bir ülkede demokrasinin olup olmadığını anlayabilmek için o ülkede yürütmeye, yani uygulamalara karşı muhalefet olup olmadığına bakmak gereklidir. Bir ülkede iktidarın olumsuz uygulamalarına karşı muhalefet edilemiyor ya da muhalefetin sesinin çıkmasına herhangi bir şekilde imkân tanınmayıp engelleniyorsa, o ülkede demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Bugün başkanlık sisteminin anavatanı olan ABD’de en büyük sorun, muhalefetsizlik sorunudur. ABD dışında, başkanlık sistemi ile yönetilen Latin Amerika ülkeleri de sistem olarak sıfırı tüketmiştir ve neredeyse tüm Afrika ülkeleri de diktatörlüğe dönüşmüş durumdadır. Yakın tarih, başkanlık sistemi ile işbaşına gelmiş birçok başkanın, yetkilerini daha ileri taşıma, yani yasama-yürütme-yargıyı kendisine bağlayarak, nasıl kolayca diktatöre dönüştüğünü gösteren somut örneklerle dolu. Dünyanın üçte birinin başkanlık sistemi ile yönetildiği doğru bir bilgi değildir, doğrusu dünyanın üçte birinin diktatörlüğe dönüşmüş bir başkanlıkla yönetildiğidir.

Şimdi, yönümüzü Türkiye’ye dönelim. Türkiye’de demokrasi tarihi 1950’den itibaren 66 yıllık geçmişinde, demokratik hayata yapılan birçok darbe ve darbe teşebbüsü mevcut. Yani Türkiye, İngiltere gibi 800 senelik köklü bir demokrasi mücadelesi geçmişine ve kültürüne sahip değil. Demokrasiyle tanışmak için Batı Avrupa’daki gibi giyotinlere yüz binlerce kelle de vermedi. Demokrasiyi nispeten kolay elde ettiğinden kıymetini de bilmiyor. Türkiye, 700 yıllık mutlak padişah otoritesinden sonra demokratik hayatla tanıştı. Maalesef Anadolu insanı, Osmanlı’nın yükselme dönemlerindeki sultanları hayal edip, ona benzer bir başkanlık sistemini arzuluyor. Fakat bu maceranın ülkeyi yükselen Osmanlı’nın sultanlarından çok, başkanlıktan diktatörlüğe geçmiş Afrika ülkelerine benzeteceğinin net olarak anlaşılması lâzım.
19

Türkiye şu an, geçmişte yaşanan tartışmalardan farklı bir yörüngede başkanlık sistemini tartışmaktadır. Çünkü; Özal-Evren, Demirel-Özal, Gül (Erdoğan)-Ahmet Necdet Sezer, Başbakanlık/Cumhurbaşkanlık dönemlerinde, başkanlık sisteminin isteniş argümanı, cumhurbaşkanının yetkilerinin çok geniş olmasının, yasama ve yürütme üzerinde vesayet oluşturması sebebiyle mevcut rollerinin başkanlık sistemi ile ortadan kaldırılıp bu vesayete son verilmesine dayanıyordu. Hâlbuki, içinde yaşadığımız dönemde CB ve destekçileri, icra makamı olan Başbakan ve Bakanlar Kurulu’nun yetkilerinin fazla olduğunu düşünüyor, bu yetkilerin başkana devredilmesi, yani iplerin tamamen bir kişiye devredilmesi için Başkanlık sistemi’ni istiyorlar. Daha çok yetki hırsının, Afrika ve Orta Amerika ülkelerinin canına okuduğunu ve birçoğunun diktatörlüğe dönüştüğünü ise yukarıda zaten zikretmiştik.

Bu yazımızda, başkanlık sistemini tarihsel serencamı içinde anlamlandırmaya çalıştık. Fakat bu konunun bir iki sayfaya sığdırılamayacağı da kesin. Düşüncemiz, elimizdeki tüm doneler ışığında, başkanlık sisteminin, kolayca diktatörlüğe dönüşeceğinden hareketle, parlamenter sistemin iyileştirilerek devam ettirilmesinden yanadır. Çünkü hürriyet bizim için her şeydir.

Yazımızı Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin çağları delen o sözüyle bitirelim:

“EKMEKSİZ YAŞARIM, HÜRRİYETSİZ YAŞAYAMAM!”

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*