HAN DUVARLARI -1

Uzun şiirler var edebiyatımızda. Bunlardan birisi ‘Han Duvarları’. Kısmet olursa diğerlerine de zamanla uğrayalım. O mısralarda (kapılarda) gezelim. Mısra “kapı” demekmiş. Beyit “ev” demek. Demek ki şiir evine mısra kapısından giriliyor.

‘Han Duvarları’ her okunduğunda beni yaralayan bir şiirdir. Han Duvarları’nda mis gibi bir Anadolu koklarım.

Neden şiirine ‘Han Duvarları’ adını vermiş? Duvarlarda ne görmüş?

Çocukluğumun şehri Kayseri’de bir han vardı. Evden akrabalara giderken o hanın yanından geçtiğim olurdu. Ve hep merak ederdim; kocaman bir kapısı vardı. Kapının üzerinde kapı gibi de bir pencere vardı. Ve oralar açık olduğu zamanlar şöyle azıcık bakardım; ne var ne yok içerde diye. Hayvanlar vardı, insanlar vardı. Sap saman vardı. Han işte; başka ne olur! Şimdi hotel motel diyorlar ya, işte hanlar varmış eskiden böyle. “İki kapılı bir handa; gidiyorum gündüz gece.” derken Aşık Veysel işte orada dünyayı bir hana benzetir. Hanların –bilemiyorum– iki kapılısı var mıdır, ama bu hanın tek kapısı vardı. Dünyayı da iki kapılı hana benzetmiş. Birinden girilen diğerinden çıkılan… O şiire sonra gelelim isterseniz. Bu Han Duvarları Faruk Nafiz Çamlıbel’in yoldayken yazılmış bir şiiri.

“Yağız atlar kişnedi meşin kırbaç şakladı.

Bir dakika araba yerinde durakladı.”

39

Kararsızlığı ne güzel anlatıyor. Hani atları kırbaçlarsınız –kullandığım için biliyorum dedemin faytonu vardı – Aman Ya Rabbi ne keyifli ne hoş ne yumuşak şeyler.

“Yağız atlar kişnedi.”

Seversiniz değil mi o at kişnemelerini? Başlı başına bir müzik. Notaya alınabilinir mi acaba?

“Yağız atlar kişnedi meşin kırbaç şakladı.

Bir dakika araba yerinde durakladı.

Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar;

Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar.”

Yola çıkmadan yazılmış gibi görünüyor şiir.

“Gidiyordum gurbeti gönlümde duya duya.

Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya.”

Kayseri’ye gidiyormuş. Niğde-Kayseri yolculuğu… Öğretmenlik yapacak.

“Kayseri Lisesi’nin Nur’a koşan gençleri; Güzel Anadolu’ya güneşler taşıyacak.” diye başlayan bir şiir de hediye etmiş Kayseri Lisesi’ne. Kapının üzerindeydi bu şiir. Hâlâ duruyor herhalde! Bestelenmişti. Cuma günleri söylerdik.

Az önce bir arkadaş “Yıllar silindir gibi geçiyor.” dedi. Geçip gidişin ağırlığı veya hafifliği bizi savuruyor gibi şeyler demek istedi herhalde. “Gidiyordum gurbeti gönlümde duya duya. Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya…” Sessiz bir yolculuk değil mi? Şimdiki gibi nerde? Şimdi mi; o zaman mı? “Eski hâl muhâl; ya yeni hâl ya izmihlâl…” diyor Sözler’in yazarı. Eski hâl imkânsız… Yani o yaylılara dönemeyiz. Nostalji olarak kalır adalarda modalarda. Ama eski hâl muhâl artık ya; yeni hâl ya izmihlal. Yani zamanın şartları var. Her zamanın bir hükmü var ya! Öyle deniyor ya!

“İlk sevgiye benzeyen, ilk acı, ilk ayrılık…”

Demek ilk sevgiyi de ilk acıyla, ilk ayrılıkla birlikte yaşıyor insan.

“Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık…”

Soğuk bir hava var demek ki… Yüreğinin ateşi havayı ılıtmış.

“Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı…

Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları…

Önde uzun kışın soldurduğu etekler;

Sonra dönen; dönerken inleyen tekerlekler…”

Onlar da ayrılığa dayanamıyor demek. Bizim adımıza ağlıyor. Hüsnü talil. Bir şeyi güzel sebebe bağlamak… Alakası olmadığı hâlde… Hayatın her yeri sanat ya. Arada konuşalım. Neden tezat? Neden uyumlu haller?

“Ellerim takılırken rüzgârların saçına;

Asıldı arabamız bir dağın yamacına.

Her tarafta yükseklik her tarafta ıssızlık…

Yalnız arabacının dudağında bir ıslık…”

Niye çalarsa ıslık? Uyumamak için… Uyusa ne olur? Hoş; atlar yolu bilir. Arabada uyumayagör. Teknolojiyi o bilmez. Teknolojiye sen yol göstereceksin.

“Bu ıslıkla dönen kıvrılan yollar…

Uykuya dalmış gibi görünen yılan yollar…”

Yollar yılana benzetilmiş. Hayatı anlatıyor aslında değil mi?

“Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.

Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.”

Hava değişiyor.

“Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince;

Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince;

Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.

Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.”

41

Uzun yola çıkınca yolların şerit gibi uzayıp gitmesi ne kadar rahatlatır değil mi? Hele gün batımında… Etraf sessiz… Bir ev yok, bir ahır yok. Bazen bir demet ağaç görürüm o kadar sevinirim ki… Uzayıp giden ovanın ortasında bir ağaç… Ve gölgesi ile konuşan bir varlık… Birkaç kuş da vardır belki üstünde, dibinde bir dane arıyordur belki! Çok şaşırırım bazen böyle ıssız, sessiz yerlere… Artık İstanbul çok ıslı… Islanmış; çok vıcık vıcık… Çok çamurumsu… Anadolu’ya çıkınca o git gide uzayan ovaları gördükçe nefesiniz açılıyor…

“Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.

Yol, daima yol, bitmiyor düzlük yine.”

Biter mi? Ahmet Haşim diyor ki, “Her yolcu biraz şairdir.” Boşa şair olmamıştır Faruk Nafiz Çamlıbel. Yoksa hızla gitseydi bu şiiri yazabilir miydi?

“Civarda ne bir köy var ne de bir evin hayâli…”

Bak ben erken söylemişim. Köy yok. Bir evin hayâli bile yok. Evet şiir uzayıp gidiyor yol gibi…

“Ara sıra geçiyor bir atlı bir de yayan.”

Evet atlı ne tatlı. Değil mi? Ne kadar şiir, ne kadar isimsiz o güzellikler. Atlar da duyar mı acaba o nal seslerini? Duyar duyar. Duymasa o ahenkte koşar mı? Dört nala, rahvan gider mi?

“Bozuk düzen taşların üzerinde tıkırdayan tekerlekler yollara bir şey anlatıyor.”

Bozuk düzen taşlar ne hoş. Çok severim ha! Şimdi asfalt döküyorsun; böyle hiçbir şiirselliği yok. Beton her yer. Taşlarla tekerlekler… Siz konuşuyorsunuz. Aslında burada konuşan ne tekerlek ne taş…  Siz konuşuyorsunuz, siz susuyorsunuz.

“Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor.

Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine

uzanmışım kalmışım yaylanın şiltesine.”

Yani uyumuşum diyor herhalde!

“Bir sarsıntı… evet uyandım uzun süren uykudan;

Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.”

Yol nerde? Hep öyle yolsuz kalsaydık da bu kadar yolsuz olmasaydık diye geçti içimden, ha!

 

“Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu.

Ağır ağır geçti önümden deve kervanı.

Bir kenarda görüldü beldenin viran hanı.

Alaca bir karanlık sarmaktayken her yeri;

Atlarımız çözüldü girdik handan içeri.

Bir deva bulmak için gönlündeki yaraya;

Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.

Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı.

Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.

Bir parıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,

Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.

Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı

her yüze çiziyordu bir hüzün kırışığı.”

Ne hoş tasvir değil mi? Çocukluğumu hatırladım. Lambamız olurdu. Şimdiki nesil lambayı bilmez. O lambalar gazla yanardı. Bir de idare lambası vardı, tenekeden. Üzerinde fitil. İçinde gaz. O daha ilkel… Sonra lüksler vardı. İspirto dökülürdü ve mavi bir ışık verirdi. Öylece seyrederdim.

Giderken beni karanlığa terk etme. O kelimeyi söyle: Allah’a ısmarladık…

 

(Hafta içi her gün saat 17.00’da, tekrarı 21.30’da İstanbul Bizim Radyo’da yayınlanan “Keyfince Lügât” programından deşifre edilmiştir.)

 

Ali Hakkoymaz
alihakkoymaz@gmail.com 

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*