MÜZİK

“Mûsikî hikmete dâir fendir

Bilene bilmeyene rûşendir

Nice esrârı var idrâk idecek

Yer gelür sîneleri çâk idecek”

Nâbi

Gezegenin sesini keşfeden bilim adamları bunun ilk patlamadan kalan bir ses olduğunu düşündüler. Kaybolmayan ses…  Büyük patlamadan gelen kalıntılar; mikrodalga kalıntısı, ışık ve ses kalıntısı… Işık dalgaları ses dalgaları şeklinde yayılırsa (ki kalpte öyle olsa gerektir) ne olur? Sessizliğin sesi gibi… Sadece yüksek sesle. Çünkü ses bir indirgenmiş gerçekliktir (tenzil)… Kâinatı istilâ etmiştir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, hitap çiçekleri…

Kepler’in “Harmonic Mundi”si temelde bir “kozmik âheng”tir ve Pisagor’un “Kosmos âhengtir” düşüncesinin tekrarıdır. Müzik teorisinin mucidi olarak Pisagor’un, deniz dalgalarının çakıl taşlarını birbirine vurarak çıkardığı ritmik seslerden esinlenerek icad ettiği söylenir. Pisagor ve düşüncesini dünyaya hatırlatan da İhvân-ı Safâ ile Müslümanlardır.

Beethoven, “Müzik en büyük felsefedir.” demiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar da şu tanımı yapmıştır: “Musikî, giydirilmiş zamandır.” Müzik her yerdedir, tek yapmanız gereken onu dinlemek, der bir film… Büyük Fransız şâiri Verlaine de “Her şeyden önce mûsikî…” demişti. Yahya Kemal ise şöyle yakarmaktadır:

“Yâ Rab ne müsâvatı ne hürriyeti ver

Hattâ ne o yoldan gelecek şöhreti ver

Hep neşve veren aşkı terennüm dilerim

Yârab bana bir ses kudreti ver”

Zihnin çarklarında dönen disk, mahsus uzayında çalan ve beraberinde bizim ürettiğimiz müzik, yaratılıştan gelen sesin kalıntısı ve kâinatın (yaratılışa) şükrünün bir ifadesi olsa gerektir. Mü’minin her namazda söylediği “na’budu” hitabının ahengini veren bir parçası da buradaki ses olmalıdır.

Hz. Mevlânâ, “Padişahın rebâb çalmaktaki maksadı, hitâb-ı ilâhîye olan iştiyâkîndendir.” beytinde ve Cüneyd-i Bağdâdî, (zihnimizde çınlayan) mûsikînin Elest Bezmi’nde Allah’ın “Elestu bi Rabbikum?” şeklindeki hitâb-ı ilâhîsine dayandığı (Yalçın Çetinkaya da; “Ses, yani “Elestu birabbikum?” hitâb-ı ilâhîsi, insanoğlunun kulağına çok hassas bir akordun çekildiği ya da çekilmiş olan akordun test edildiği, teknik tâbirle “sound check”inin yapıldığı bir hitab olmalıdır ki, hitabların en mükemmeli, en güzeli, en etkileyicisi olmalıdır.” diyor) şeklindeki düşüncesinde ses, aheng ve müziğin kalpteki zikirde aslını bulduklarını anlatmaktadır. İslâm tasavvuf ehline göre de mûsikî sanatı ve ilmi, böylece bezm-i elest’e kadar uzanır.

İslâm musikî geleneği, eğlendirmek için değil (ki eğlendirmek ölçüsü Bediüzzaman’a göre şöyledir: “Evet, beşer hakîkate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesâta da ihtiyacı var. Fakat, bu keyifli hevesât, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafi olur.”) asıl insanın Allah’a olan kulluğunun farkına varmasını sağlamak için yapılır. Musikî nefesiyle, dokunuş ve ritmle icrâ edilir, sonu olmayan sürekli bir kurgu içerisinde örülür.

Burada neş’e esastır. Bu neş’e şöyledir:

“…Neş’e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı maâliyâta, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için lâtif ve edebli masûmâne bir teşviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i cemalullaha beşeri sevk eden ve şevke getiren Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın verdiği neş’edir.” (İman ve Küfür Müvazeneleri)

Kâinat bir düzen ifade ettiği gibi insandaki her bir söz, fikir ve duygu da bir ritmi ifade eder. Bunu Bediüzzaman “nazm-ı maânîdir” diye tarif eder. Ona göre efkâr ve hissiyatın mecra-ı tabii nazm-ı maânîdir. Bu ise mantıkla müşeyyeddir (sağlamlaştırılıyor). Bu mantığın üslubu ise (müzikte usûl) müteselsil hakaika müteveccihtir, ki bu evrensel bir biçim bulmaktır. Bunun da gerçekleştiği yer zihnin çarklarıdır. Üstad’a göre bütün güzelliklerin kaynağı olan hüsn-ü mücerred (soyut güzellik) hissiyata ruhanî ahengini verendir. Burada “şâir denilen bülbüllerdir” dediği (Eskiler, yazının başlığındaki beyitte örneğin, bunu şöyle tarif ederler: “Hâlâ insan zihninin ulaşamadığı bir âlemde icrâ-yı âhenk etmektedirler ki, o âlem o bestelerin ana yurdu olan Cemâl bahçeleridir.”) ince ruhlara doğan ve onların da perestiş ettiği çiçekler kâinat senfonisinde dillenen hitap çiçekleridir. Bunun evrensel bostanı ise îmân sahrasında yerleşir, çünkü “îmân bir hüsn-ü mücerreddir.”

Hattâ Bediüzzaman Kur’ân’dan (ve alâ sem’ıhim) şöyle bir tarif buluyor:

“Hattâ kulaktaki zar, nûr-u îmân ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen manevî nidâları işitir. Lisân-ı hâl ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hattâ o nûr-u îmân sayesinde, rüzgârların terennümâtını, bulutların na’ralarını, denizlerin dalgalarının nagamâtını ve hâkezâ yağmur, kuş ve-sâire gibi her nev’den Rabbanî kelâmları ve ulvî tesbîhâtı işitir. Sanki kâinat, İlahî bir musikî dairesidir. Türlü türlü âvâzlarla, çeşit çeşit terennümâtla kalblere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intıba ettirmekle kalbleri, ruhları nuranî âlemlere götürür, pek garîb misalî levhaları (sinema-i Rabbanî, diyor Üstad buna, ya da îmân sineması) göstermekle, o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere gark eder.” (İşârâtü’l-i’câz)

6456758

İbadetin içinde müzik. Dua’nın kendi musikîsi… Ezanın müziği, çağrının müziği… Kur’ân’ın ulvî bir hüznü veren… Ağaçların, dallarının, yaprakların müziği… (Hatta bir çalışmada, ağaç gövdesindeki çizgiler notaya dökülür ve etkileyici bir müzik ortaya çıkar.) Kâinata müzikle katılmak… Bir  kapı… Üzerine çıkmak değil içine katılmak… Kalpten kalbe bir yol müziktir, ‘şey’ler arasındaki bağlantılardan biri… (Aslında bir rabıtadır, fâni olmaktır.) Mevlânâ Halid’in dediği gibi (Halidiyye Risalesi’nde), “Kalbin derinliğinin bir sonu yoktur ve ‘seyr illallah’ ancak burada gerçekleşir.”

Şöyle ki:

“Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşv ü nemâ bulamaz; ölür gider. Kezâlik ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şuâ ve harâretiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semavat ve Arz’a isyan edemez. O zikr-i İlahî sayesinde, ene mahvolur. İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihâz ettikleri zikr-i hafî sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeğe ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmârenin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezâlik Kàdirîler de zikr-i cehrî sayesinde tabiat tagutlarını târumâr etmişlerdir. (Mesnevî-i Nûriye)

Cambridge Üniversitesi’nde kuantum fiziği üzerine çalışan Doç. Dr. Mete Atatüre bu ilişkiyi kuantum düzeyinde (biz bu seferlik ‘kalp düzeyinde’ diye okuyalım!) kurarak ışığın sesini ölçtü:

“Bu çok küçük ama çok temel kuantum etkiyi gözlemleyebilmek için önce doğal atom yerine, kuantum nokta dediğimiz yarı-iletken nanomateryal kullandık. Böylece ışıkla etkileşimi tek bir atomdan 100 kat daha fazla olan bir ‘süper atom’ elde etmiş olduk. Yıllardır gözlenemeyen bu kuantum gürültüsünü böylece net bir şekilde ortaya çıkardık. Yani, tam karanlıkta bile her daim var olduğunu düşündüğümüz temel gürültü seviyesinin, o karanlığa çok az miktar ışık eklediğimizde düşürülebileceğini ispat ettik.”

48

Bediüzzaman’ın kuantum düzeyinde ve kalple ilişkili bu rabıtayı şöyle tefsir ettiği görülüyor:

“Arzın semavatla alâkası, muamelesi olup aralarında çok büyük irtibat vardır. Evet, arza gelen ziyâ, hararet, bereket ve-sâire, semavattan geliyor. Arzdan da semâya dualar, ibadetler, ruhlar gidiyor. Demek aralarında cereyan eden ticarî muameleden anlaşılıyor ki; arzın sâkinleri için semâya çıkmaya bir yol vardır ki, enbiyâ, evliyâ, ervâh cesedlerinden tecerrüd ile semâvâta urûc ederler.” (Mesnevî-i Nûriye)

Händel de benzer bir etkiyi kalbinde hissettiği bir anda başka bir ruhla aynı ‘gürültüyü’ bestelemişti. Zweig anlatıyor:

“George Friedrich Händel Jennes’e ait şiirle kendinden geçerken, böyle yüksek ve etkili sözler söyleme esini veren, Händel’in perişanlığını bilen yüce ruh, İlahî bir dokunuştan başka ne olabilirdi? Evet, “gümüş kanatlı bir melek” odasına inmiş, ona dokunmuş ve onu bütün acılarından kurtarmıştır. Sevinmenin tadını çok acı çekmiş olan, bağışlanmanın tadını da sınavı geçmiş olan bilir. Yeniden dirilişin doğruluğuna insanları inandırmak, ölümü yaşamış birinin görevidir. Söz O’ndan geliyordu, ahenk O’ndan geliyordu, bağışlanma O’ndan geliyordu! Bunlar tekrar O’na gitmelidir, kalbin dalgalarıyla O’na, yukarıya geri gönderilmelidir. O’nu övmek ve yüceltmek bütün sanatçılar için bir zevk ve görevi olmalıdır. Ah onu, o sözü ele geçirmek, tutmak, yukarı kaldırıp sallamak, genişletmek ve sonsuza germek; varlığın bütün sevincini kucaklayacak kadar evrenselleştirmek; onu Yaratan kadar yüceltmek ve kutsallaştırmak; bu ölümlü, bu fâni sözü güzellik ve özlem dolu kalbiyle ah bir ölümsüzleştirebilse! Evet, sürekli tekrarlanacak ve biçimi değiştirilecek olan bu söz işte şu anda önünde duruyordu: ‘Hallelujah! Hallelujah! Hallelujah!’  Yeryüzünün bütün seslerini, ince ve kalın bütün seslerini, sert erkek seslerini ve ince kadın seslerini bu sözde toplamak ve biçimden biçime sokarak yeniden üretmek, uyumlu bir koroyla birleştirmek ve sonra tekrar birbirinden ayırmak, yayın kemanlara tatlı dokunuşuyla tonunu alçaltıp yükseltmek, borazanların keskin darbeleriyle coşturmak ve orgun gürleyişiyle inletmek: ‘Hallelujah! Hallelujah! Hallelujah!’ Bu sözden, bu şükür seslenişinden öyle bir sevinç çığlığı çıkarılmalıdır k,i yankıları tâ yukarılara, evreni yaratan O yüce varlığa kadar ulaşabilsin…” (İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, Stefan Zweig)

Händel’in Mesiah oratoryosunun librettosu Jennes’e aittir ve Eski Ahit’e dayanarak yazılmıştır. Hallelujah, İbranice “Şükürler olsun” anlamındadır. Demek müzik hem tesbih, hem hamd ifade eder. Neticesi ise tevhiddir. Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahu ekber…

Elbette Itri’nin segâh makamında tekbir ve salât-ı ümmiyesi… Allahu ekber olan kâinatın en büyük sözünü sese dönüştürürken Itrî,

“…Sadece altı ses gibi küçük bir melodik cümle içerisinde seyreden bir avuç sesin, kâinatı nasıl kucakladığını, Yüce Yaratıcı karşısında insanın acziyetinin akislerini anlatır. Itrî’nin bu eserinin tam anlamıyla bir sehl-i mümteni olduğu herkes tarafından kabul edilmiştir.” (Mûsikî Dünyamızın Dâvudu Buhurizâde Mustafa Itrî, İstanbul Kültür A.Ş)

Esad Efendi Atrabülâsâr’da:

“…Üstadlık derecesinde amber ve öd ağacının dumanı gibi en yükseğe yükselmiş ve taze gül kokusu gibi âlemin dimağını güzel kokularla baştanbaşa doldurmuştu.” diyor. Sadettin Ökten de şöyle ifade eder: “Tekbirin sözlerinin Hz. İbrahim ile ilgili hadisede Cenab-ı İbrahim tarafından Rabb-Teâlâ’yı tesbih ve tebcil etmek ve O’na şükretmek için söylendiğini biliyoruz. Ancak bu sözlerin mûsikî dilinde en etkili ve kuvvetli bir yankı bulması için Itrî’ye kadar, ses dünyasında belli bir kalıba oturmadığı için gönüller ve zihinlerde bir bakıma muallâkta duran bu kutsal sözler Itrî ile saltanatlı Tekbir’e dönüşmüş, lâhûti nağmelerine kavuşmuştur.”

Tanpınar’a göre Itrî’de eşyanın yerli yerinde oturduğu kurulmuş ve kendisini idrak etmiş âlemle karşılaşırsınız. Mehmet Kaplan’a göre ise Itrî’nin dehası “…Bazılarının zannettiği gibi içten değil, dıştan gelir.” Bediüzzaman’a göre de, Allah’ın kuluna en büyük ikramı (keramet-i ilâhisi) dahi müzikle zihne ve oradan kalbe iner (tenezzül-ü İlâhi). Zihnin çarkları (dimağda) üretilen sesten (sedâ) ibaret his ve efkârdır (fikirler). Şöyle ki:

“Padişahların padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’ân denilen mûsika-i İlâhîyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle, sadef-i kehf-misâl olan ülemâ ve meşâyih ve hutebânın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadâsı onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelân ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizâza getiren o sadânın tecessüm ve intıbâ’ıyla; umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve her bir tel, bir nev’îyle onu ilân eden o sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadâya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?” (Münazarat)

 

Caner Kutlu
caner-kut@hotmail.com

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*