POSTA KUTUSUNDAKİ MIZIKA

Sevgili Dost,
Bir zarfı açmak kadar kalbi titreten ne vardı? Zarf mahremiyettir, mahrem olmasa da satırlar.
Bir köşeye çekilinir, yalnız okunur mektuplar.
Geçen sabah senin üzüntülü olduğunu söylediler. Dokunsalar ağlayacakmışsın. Dokunmamışlar.
Yine de ağlamışsın; dostun gözünden akan bir damla yaşın yeryüzündeki bütün gölleri
tuz gölü yaptığını bilmez gibi. Gül ki, acılaşmasın göller. Göl ki; orada demirli kayığımız.
Sevgili dost, özledim seni. Özlem yazdırıyor; ödeyerek telifimi.
Schumann: “çalarken seni kimin dinlediğini umursama ” diyor. Bense umursuyorum, kimin dinlediğini.
Sevgili Dost,
Her defasında bu iki kelime ile başlıyorum mektubuma. Çünkü bu iki kelimeden her biri, gücünü diğerinden alıyor. Sevgili olunmadan dost, dost olunmadan sevgili olunmuyor. Eğer bir ruh beraberliğiyse dostluk,
iki ruhu bir kılan nedir? Nedir birleşik kaplardaki su seviyesinin sırrı?
Demek “dost insanın bir ikinci kendisidir”
Demek “sevgi hiç ayırt etmez; sevenle sevilen aynı şeydir”
-Kim o?
-Senim!
Böyle bir diyalogda kapının varlığından kim söz edebilir?

 

Geçenlerde kitaplığımı düzenlerken kağıt dosyaları, ders notları ve biraz gerekli biraz gereksiz evraklar arasında boğulayazdım. Tam bu esnada “pek çok değerli kağıttan şeyler” dosyasıyla burun buruna geldik. Uzun zamandır elime almadığım benden bana ve dostlarımdan bana mektuplar… Lisedeyken cânım dostumdan (bir diğer deyişle ahretliğim) aldığım, cd zarfıyla kapatılmış bir kağıdı elime aldım ve okumaya başladım. “Sevgili dost” diye başlayıp her cümlesinde biraz daha tebessüm etmeme neden olan satırları her zamanki keyifle okudum. Sonra zarfı kapattım ve dedim ki, bu ay Keçelilerle Posta Kutusundaki Mızıka’yı konuşalım, yazışalım.

Aslında her ay ben de bir nevi sizlere mektup yazıyormuş gibi hissediyorum; tabi bunlar hissî, dolma kalemli, adınıza mektuplar değil. Lakin oturup “Sevgili Keçeli” dedikten sonra kendimi dergi yazısı değil, size konulu mektup yazarken buluyorum. Belki de insanların mektup yazmak gibi özel bir ihtiyacı var. Mektup dediğimiz, edebiyat türü bir iletişim biçiminden ibaret değil, onda hemfikiriz sanırım. Vatsapta yazışmak, telefonla konuşmak, feysten layklamak mektubun yaptığını yapamıyor zira.

İşte Posta Kutusundaki Mızıka da “Sevgili Dost” diye başlayan, kendini dost hisseden her okuyucuya yazılmış zamansız ve mekânsız mektuplardan oluşuyor. Girizgâhtan önce sizlerle paylaştığım kısım bu kitaba ait. Aynı zamanda dostumun bana yazdığı mektubun da kısmen giriş kısmını oluşturuyor. Mektubunda bana bu kitaptan bahsetmiş, zaten okuduğu satırlar karşısında gözleri kamaşan ben koşa koşa gidip almışım o zamanlar. Benim bu kitapla tanışıklığım dostum sayesinde olduğu için onu anmadan geçemedim.

Hiçbir zaman baştan sona okuyamadım bu nadide eseri. Öylesine bir sayfa açarım, üç beş paragraf, birkaç sayfa dayanabildiğim kadarını okur, bırakırım. Sonra okuduğum satırları gülümseyerek yavaş yavaş akıl ve kalp midelerinde sindirmeye koyulurum.

Sevgili Keçeli,

Lafı daha fazla dolandırmayacağım, kitabı da uzun uzun anlatacak değilim; zaten okuduğun satırlar kitabı hissetmene yetmiştir zannediyorum. Unutmadan, kitabın yazarı Ali Ural’ın şahsına münhasır, çikolata tadında, çok etkileyici bir üslubu var; o da eseri daha bir enfes yapıyor. Ayrıca bence tam yakın bir dosta hediye etmelik, ya da hediyenize not yazarken bakıp iki satır kopya çekmelik! 🙂

Şaka bir yana, ara ara sevdiklerimize mektup yazmak kalbi diri tutar Keçeli.

Mektup yazmak, göndermek, beklemek, almak, saklamak, okumak, yıllar sonra yine okumak, ağlamak, gülümsemek, özlem duymak, yarım bırakmak, hatırlamak… Mektup okumak, akıllı telefona bakmaya benzemiyor; arada tadına bakmak lazım.

 

Nuriye Sultan

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*