ÜMMET KİMLİĞİ

Kimim ben?” diye sormuştu Cemil Meriç Bu Ülke kitabının girişinde ve tanımlamıştı kendini: “Hayatını Türk irfanına adayan, münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi.” Cemil Meriç kendine sorduğu bir soruyu cevaplamıştı da dünyadaki her soru cevaplanmalı mıydı? Veya şöyle dersek daha doğru olur, her sorunun bir cevabı olmalı mıydı?

Yine Cemil Meriç’ten bir alıntı yaparak devam edeceğim, Bu Ülke kitabında bahsettiği Fransız yazar Leon Daudet, şahsiyat için; “Düşünceleri ayakta tutan insanlardır, insanları yıkmadıkça düşünceleri sarsamayız” diye bir tanım kullanmıştı. Tüm bunları çok bağlantılı bulduğum bir soruyu sormak için belirtmek istedim: Biz kimiz? İslamî kimliğe sahip olan biri ‘biz’ ifadesini ümmet olarak algılayacağından, ‘ümmet olarak kimiz’in cevabını arayacağım. Acaba ümmet olarak Halep’teki çocuk, Filistin’deki kadın veya Irak’taki bir bedevî miyiz?

Coğrafya kimliğimizi mi şekillendiriyor yoksa biz mi kimliğimize göre alan oluşturuyoruz? Negatif kozmopolitanizme göre ruhuna, fikrine yakın bulduğun her yer senin vatanın ve her topluluk senin aile kavramını oluşturuyorsa kimliğimiz bizim coğrafyamızdır diyebiliriz. Peki, bu anlamı benimseyip ‘biz’ diyorsak neden hâlâ bütün değil de parçalanmış hâldeyiz. Belki de Sokrates’in ruhların ayrımı kuramına kendimizi çok kaptırdık. Ki bundan, Müslüman kardeşlerimizin acısının onların yaratılışlarında olduğunu düşünüp, beş dakika bile adlarının geçtiği haberlere tahammülümüz kalmamış, alt yazı hayatları yaşamaktan…

Thucydides’in Melian Diyaloğu’nda Atinalı lider, Melos’u açıkça tehdit ederek; “Güçlüler yapabildiklerini yaparlar, zayıflar ise yapmaları gerekeni” demiştir. Peleponez Savaşları’nda değiliz, ama tam olarak bu durumdayız. Evet, biz kimiz? Güçlü müyüz yoksa ezilen mi? Bu sorulara şöyle bir soruyla cevap vereyim: Biz ümmettik hani? Ayrım var mıydı?

Bir hadiste şöyle demişti Peygamberimiz (asm): “İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok yararı dokunandır.” Bugün ümmet olarak sorgulamamız gerek en önemli nokta buradadır diye düşünüyorum. Önemli olan; kimlik olarak kendimizi tanımladıktan sonra ümmete, insanlığa ne kazandırdık ve şimdi ne yapıyoruz?. Bu bağlamda Halil Cibran’ın çok sevdiğim bir aforizması aklıma geldi. Diyor ki: “Hepimiz bir takım mahkûmlarız, kimimizin hücresinde pencere vardır, kimimizin yoktur.” Pencereye sahip olan olmayana anlatmayı borç bilmek zorunda değil mi? Devam eden sorular ve unutulan cevaplar arasında sıkışmış ümmet. Farkındalıklarımız bir snap süresi kadar olmuş. Şikâyet etmek değil amacım, öz eleştirimizi yapabilmeyi görev edinmeye çalışıyorum diyeyim.

İnsan beşeri varlık olarak sosyal olmaya, başkalarının yardımına muhtaçken, ikinci bir soyut kavram olarak ‘ümmet’i yüklediğimizde sanırım hayâl kırıklıklarımız fazla oluyor. Ki, çocukların masum hâlleriyle algılamaya çalıştıkları bombaları, onların olduğu videoyu seyretmedikçe biz de algılayamıyoruz. Hâlbuki Ümmette yaş farkı var mıydı? Çocukların bir nev’î vicdan aracı olarak kullanılmasına bile hoşgörüyle bakar olduk. Erdem de sanırım o aralar bir çocuk ismi olarak duyulmaya başlandı.

Dualarımızda ezbere dediğimiz ‘Ümmet-i Muhammedî’ sözcüklerini pratiğe geçirmek yıkıcı mı olmaktaydı? Savaşta bir damla suya, yemeğe muhtaç Yermük’ü unutmuş muyduk? Yoksa onlar ümmetten mi değildi? Sahi günümüzde artık ümmet sınıfları oluşmuş durumda para ile ölçülebileninden…

Ümmet olarak bizim kimliğimizi benimseyen tüm coğrafyalarla ruhumuzu bir hissedip umursamazsak, kimliğimizin soyutluğunun anlamı kalır mı? Hepimiz Balzac’ın İnsanlık Komedyası’ndaki hegomonyayı meşrulaştıran, kimliğini kaybeden insan topluluğu olmaz mıyız? Hâlbuki ümmet olmak birbirimizi dertleriyle hem-hâl olmaktır. Ümmet olmak, ‘deme dem kardeşliktir’ diye öğrenmiştik. Yeniden hafızalarımızda yer etmesi duasıyla…

 

 

Rumeysa Terzioğlu
rumeysaterzioglu@gmail.com

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*