EN AĞIR İNSAN HAKKI İHLALİ: DARBE

İnsan hakları, diline, dinine, ırkına, cinsine, milliyetine, sosyal statüsüne ve rengine bakılmaksızın insana insan olduğu için tanınan, insan olarak yaratılmış olmaktan doğan aslî, devredilemez ve yadsınamaz haklardır. Hayat tecrübeler bütünüdür. Tarihte müspet çığır açanlar hayatın cenderesinden geçenlerdir. İnsan kâinattaki ilahî sese uyum sağladığı, insana ve varlığa değer verdiği takdirde çığır açabilir.

Dünya insan üzerine inşa edilir. İnsan Allah’a kul olursa her şey ona hizmetkâr olur. Darbe tanrılığa soyunanların insanları kul ve köle yapmak için başvurdukları bir yoldur. Darbeci bencildir, dünyanın tapusunu ister. Bu yüzden ihtilal, hem kul hem de Allah hakkı ihlalidir.

Tarihin bir yanını din diğerini felsefe tutmuştur. Din tarafında enbiyalar, evliyalar yetişmiştir. İki cihan saadeti sağlayan reçeteler sunmuş, insanı imar ve tamir etmişlerdir. Felsefe tarafında Firavunlar, Yezid’ler yetişmiştir. İnsanlığa darbe vurmuş, felâket ve helâket asırlarına sebep olmuş, insanı tahrip ve haklarını ihlal etmişlerdir.

 

Darbelere en çok maruz kalan insan: Hz. Mustafa (asm)

İnsan yaratıldığından beri açık ve örtülü darbeler yaşanmaktadır. İlk darbeci Kabil, ilk mağduru Habil’dir. Hz. Mustafa (asm) insanlığın zirvesidir. Buna rağmen en ağır darbelere maruz kalan, insan hakları en çok ihlal edilen kişidir. Kâinat kendisi için yaratılmasına; insanlık, nurundan çoğalmasına rağmen dünya nimetlerinden istifadesine en çok engel olunan şahıstır. Doğup büyüdüğü şehirde can ve mal güvenliği tehlikeye girmiştir.  Sürekli takip ve baskı altında tutulmuştur. Sevenleriyle boykota tabi tutulmuş, sivil ölüme terk edilmiştir. Psikolojik ve fizikî şiddete uğramış, ölüm tehditleri almış, suikastlara maruz kalmıştır. Vatanında yaşamaktan mahrum edilmiştir.

622 yılında en büyük darbe planlanmış, evi basılmıştır. Örtülüden sonra açık darbeye maruz kalmıştır. Bediüzzaman, insan vücudunda Yasin Suresi yazıldığını belirtir. O da (asm) Yasin’i okuyarak bombadan daha tesirli kum tanelerini darbecilerin üzerine atarak kurtulmuştur. Fakat evine el konulmuştur. Düne kadar el-Emin bildikleri, mallarını, canlarını teslim ettikleri Zatın (asm) mal ve canına kastetmişlerdir.

Sekiz sene sonra devran dönmüş, hüzünle ayrıldığı şehre zaferle dönmüştür. Şefkat abidesi kendine yakışanı yapmış, intikam yerine bağış ve barışı tercih etmiş, kendisinin ve sevenlerinin malına, canına kastedenleri affetmiştir. Hukuku askıya almamış, OHAL ilan etmemiştir. Kâbe’nin anahtarını sahibinden almamış,  memurları ihraç etmemiş, kimseyi sevdiklerinden, eşinden, işinden, gücünden etmemiş, malına el koymamıştır. Kısacası hiçbir insan hakkı ihlal etmemiştir. Böylece darbecilere Mekke’ye değil gönüllere talip olduğunu, bizlere de fethin hicretten geçtiğini göstermiştir.

Evini gasp edenlere merhametli davranmış, geri almaya kalkmamış, Medine’ye dönmüştür. İki yıl sonra tekrar gelmiş, iman ile insanlığın zirvesine ermiş binlerce sahabeye ezelden ebede en büyük İnsan Hakları Bildirgesi olan Veda Hutbesi’ni irad etmiş, insanın kâinatın yapı taşı olduğunu, kul hakkının her şeyden önemli olduğunu ilan etmiştir.

Hz. Ali (ra) darbeci kardeşinin yolunu tercih etmemiş, Hz. Mustafa’nın (asm) öğretisine iman etmiş, O’na (asm) damat ve halife olmuş,  cennetle müjdelenen on kişiden biri olmuştur. Oğullarına Harb (savaş) ve Darb (darbe) ismini vermek istediğinde güzel insan (asm) devreye girmiş, iyilik ve güzellik sahibi anlamında Hasan ve Hüseyin isimlerini vermiş, Hz. Ali’yi fabrika ayarlarına döndürmüştür. O günden sonra Müslümanları iman, gayrimüslimleri insan kardeşi bilmiş, kılıcını hak, hayır ve güzellik adına savurmuştur. Bediüzzaman’ın belirttiği gibi tam adalet yolunu seçmiş, savaşta dahi insan hakkını ihlal etmemiş, yüzüne tüküren kâfiri hisleri karışabileceği endişesiyle öldürmemiştir. Halifeliği arz halifesine yakışır şekilde yapmış,  ardında insanlığın halifesi olacak Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gibi evlatlar, Geylanî ve Bediüzzaman gibi torunlar bırakmıştır.

Hasan’san Yezidler’e hazırlan Bediüzzaman

Hz. Ali’den sonra Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hilafet vazifesini ifa etmek istemiş, fakat Yezid darbesine maruz kalmışlardır. Peygamber torunları katledilmiş, açlığa mahkûm, en temel haklarından mahrum edilmiştir. Asırlar sonra Bediüzzaman yarım kalan hilafeti manen ifa etmiştir. O da ataları gibi bütün iktidarlar tarafından makul şüpheli, ihtilalcı veya komiteci olarak görülmüştür. Dünya zevki nâmına bir şey bilmemiş, ömrü harb meydanlarında, esâret zindanlarında, memleket hapishânelerinde ve mahkemelerinde geçmiş, çekmediği cefâ, görmediği ezâ kalmamıştır. Dîvân-ı harblerde bir câni gibi muâmele görmüş, bir serseri gibi memleket memleket sürülmüş, zindanlarda aylarca ihtilâttan menedilmiştir. Defalarca zehirlenmiş, türlü türlü hakaretlere mâruz kalmış, zaman olmuş, hayattan bin defa ziyâde ölümü tercih etmiştir. Fıtratı, zillet ve hakarete tahammül etmediğinden izzet ve şehâmet-i İslâmiyeye yakışır şekilde, yapılanlara tepki göstermiştir. Sosyal ve siyasî hayatın ‘vahşet ve bedevîlik’, ‘memlûkiyet’, ‘esir’, ‘ecir’ gibi dört devir geçirdiğini, artık mâlikiyet ve serbestiyet devri yaşandığını, beşerin esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemediğini, hürriyet ve insanca yaşamın asıl olduğunu,  şiddet ve baskının asla kabul edilemeyeceğini ilan etmiştir.

Darbe mahrumiyettir

Darbe dönemlerinde en temel insanî hak ve özgürlükler ihlal edilir. Maddî ve manevî olarak ölümle karşı karşıya kalınır. Muhalif görülenler hapse atılır, sürgüne gönderilir, idam edilir. Sevdiklerinden ayrılır. (Eskiden olmazdı) Mallarına el konulur. Hırsızlık illa da birinin malını çalmak değildir. Darbe dönemlerinde hırsızlık artar. Haksız yere birinin makamını almak; eşinden, çocuklarından, sevdiklerinden ayırmak; soruşturma, gözaltı, hapis, sürgün, idam vb sebeplerle zaman ve hayat çalmak da hırsızlıktır. Birinin ibadetini, mabet yerine hapiste yapmak zorunda bırakılması hem insan hem de Allah hakkı ihlalidir. Bu hırsızlığın en kötüsüdür.

Darbede hukuk askıya alınır. Masumlar tedirgin olur. Sürgün, gözaltı, tutuklama, hapis, hatta idam korkusu yaşar. Devletten soğur. İşlerini ve dostlarını kaybeder. İş bulmakta zorlanır. Hayata küser. Yalnızlık duygusuna kapılır. Kimseyle görüşmek istemez. Toplumdan tecrit olur. Beden ve ruh sağlığını yitirir. Kalp krizi, kötü hayat ve hapishane şartları, işkence vb nedenlerle ölümler yaşanır. İntiharlar çoğalır. Ölmeden önce mezara konulur. Hâlbuki farz ibadetlerinden sonra amellerin en sevgilisi Müslüman’ın kalbine sevinç koymaktır. (Hadis-i Şerif)

Darbede devletin selameti için OHAL çıkarılır. Sıkıyönetim uygulanır. Örtülü darbe dönemlerinde sürgün, mahkûmiyet ve mahrumiyet yaşanır. Gerekçesi ne olursa olsun istibdat örtülü darbedir. II. Abdülhamit ile başlayıp günümüze kadar aralıklarla süren örtülü veya örtüsüz darbeler yaşıyoruz. Darbenin hedefinde dönemsel olarak farklı gruplar vardır. Bediüzzaman ve takipçileri, dost görünümlü müstebidler de dâhil tüm dönemlerin en tehlikeli ve muhalifi olarak algılanmıştır. Her dönemde darbecilerin hedefindedir. Zaman zaman zayıflasa da kendisi veya sevenleri baskı ve gözetim altında tutulmuştur. Hapis, sürgün, mahrumiyet, suikast nihayet sivil ölüme terk edilmekle karşı karşıya kalmıştır. En temel haklardan mahrum bırakılmıştır. İnanç ve seyahat özgürlükleri kısıtlanmıştır. Beraat etseler de sıkı gözetim devam etmiştir. İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yayınlandığı gün (1948) bile hapistedirler.

Darbe dönemlerinde insanlar fizikî ve psikolojik işkencelere uğrarlar. Hâlbuki kim bir cana kıymamış birini öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir (Maide Suresi, 32).  Âlimin ölümü âlemin ölümüdür. Darbede suçsuz yere öldürülenler şehit, öldürenler katil olduğu gibi darbeci olmadıkları ve darbeyi desteklemedikleri halde vefat edenler şehit, neden olanlar katildir.  Üstad ve talebeleri darbeci oldukları iddiası ve asayişi muhafaza gerekçesiyle insanlık dışı muamelelere tabi tutulmuştur. Kendi ifadesiyle “cemaatin selameti için fert feda edilir” ilkesi uygulanarak mağdur edilmişlerdir. İşkence görmüşler, zehirlenmişler, suikastlara maruz kalmışlardır. Mazlum ve maznun hâle gelmişlerdir. Hafız Aliler, Asımlar, Mehmet Oğuzlar hapiste şehit olmuşlardır. Oluşturulan korku ortamında Asım’ın cenazesini yıkayacak imam bulunamamıştır. Evet, darbelerde cenazeler ortada kalır. İnsanlar mezarda bile rahat bırakılmaz. Üstadın cesedi de darbecilerce gizli bir yere nakledilmiştir. En temel hakkı olan istediği yerde defnedilmekten mahrum edilmiştir. Benzer olayların günümüzde daha şiddetli yaşandığına şahit oluyor, insanlık adına biraz daha ümidimizi kaybediyoruz. Bu ümidini kaybedenler çareyi AİHM’de (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) arıyor.

Darbe dönemlerinde insanlar vatandaşlıktan çıkarılabiliyor. Kişinin devlete ve hukuka olan inancı yıkılır. Her insan bir ülke vatandaşı olmak ister. Vatandaşlıktan çıkarmaya karar verecek olan o günkü muktedirler değildir. Bu da bir insan hakları ihlalidir.

Darbede savunma hakkı engellenir. Medya kuruluşları kapatılır. Kalemler kırılır. Gazeteci, yazar ve düşünürler hapse atılır. Hâlbuki savunma hakkı olmalıdır ki adalet yerini bulsun. Bediüzzaman kendine koyulan kısıtlamalara “Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikr-i ilmiyeyi temin eden cumhuriyet hükûmeti ya beni tam himaye edip, garazkâr, evhamlı düşmanlarımı sustursun veyahut bana, düşmanlarım gibi hürriyet-i kalem verip, müdafaatıma yasak demesin” diyerek tepki göstermiştir.  Yakın dönemde terör örgütü üyesi olduğu iddiasıyla birçok medya kuruluşu kapatıldı. Yüzlerce gazeteci-yazar, binlerce insan hapse atıldı. 40 yıldır suç kabul edilmeyen kitaplar yasaklandı. Bediüzzaman’ın eserleri de başlangıçta yasaklanmış fakat peyderpey serbest bırakılmıştı. Günümüzle karşılaştırıldığında hukukun geriye gittiğini görüyoruz. Maalesef hukuka olan güven her geçen gün kayboluyor. Diyanetin ve dindar kesimin yaşananlara sessiz kalması, hatta bir kısmının desteklemesi insana olan inancı zayıflatıyor.

 

İtibar suikastı

Üstadın kusurlu şahsını çürütmekle “Nurlar’a büyük darbe vurmak” istenilmiştir. Kendisi ve talebeleri terörist muamelesi görmüştür. Hâlbuki terörist Müslüman, Müslüman da terörist olmaz. Terörist kâfirden beterdir. Suçladığınız kişi terörist değilse kâfir olursunuz. İnsanî ve İslâmî hakkını ihlal etmiş olursunuz. Zemm ve tekfir eğer haksız olsa büyük zarar var. Eğer haklı ise hiç hayır ve sevap yok (Emirdağ Lahikası)

En şiddetli ve yıkıcı zulüm İslâm adına yapılandır. Zalim dini alet ederse temsil ettiği değerler sorgulanır. Mağdur “o Müslümansa ben değilim” diyecek noktaya gelir. Maalesef son yıllarda bu sözü çok duyuyoruz. Darbe yapanlar ve darbe bahanesiyle zulmedenler eğer Müslümansa onların şahıslarında İslâm sorgulandığı için Allah hakkı ihlaline de girer. Cezası ağırdır.

Üstad, “Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü yüklenmez” (Zümer 7, İsra 15, Fatır 18, Necm 38) kudsî düsturundan hareketle “hukukun üstünlüğü”, “suçun şahsîliği”, “Bir cani yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul olamaz”, “Birisinin hatası ile başkası cezalandırılamaz”, “Toplumun selameti için ferdin hayatı veya hakkı feda edilemez. Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez” gibi ilkeleri savunmuştur. Kendisi türlü mahrumiyetlere uğramasına rağmen akrabalarının memuriyetlerine ve maişetlerine engel olunmamıştır. Günümüzle karşılaştırıldığında maalesef insan (kul) hakkı ihlallerinin daha da ağırlaştığını görüyoruz.

Görmek için bir göz, işitmek için bir kulak, hissetmek için bir kalb yeter. Dünya yaşlanıyor ama insan bir türlü olgunlaşamıyor. İnsanî değerler hızla eriyor. Yaşam şartları daha da ağırlaşıyor. Darbe ve savaşlarda daha çok insan ölüyor. Daha vahşi işkence şekilleri uygulanıyor. Cezaevi şartları daha da kötüleşiyor.

Affetmek en güzelidir. Zira affetmedikçe affedilmezsiniz… Dünyanın barışa, huzura, insanî değerlere; bunları en güzel ifade eden Risale’ye ve en güzel pratiğe döken Nur Talebelerine her zamankinden daha çok ihtiyaç var.

 

 

Mustafa Oral
mustafaoral74@hotmail.com

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*