ZAMAN – 2

Gelecek geçmişi etkiler mi, nasıl belirler? Yoksa kader ikisine nasıl bir bakar, nasıl görür ki tevhid zamanı da birleştirir? Ve anlar, Ehadiyet’e açılan gözetleme kapılarına dönüşür… Oradan gelecek haberler, mesela maddeden bozunma olarak bir parça da geri verir mi? Bugünle yarın ne fark eder? Geçmişe hayâlen mi gideriz, hakikaten mi? (bunu da “alternatif evrenler teorisi” ile açıklıyorlar ki, biz âlem-i misal, insanî berzahlar olarak biliyoruz)

Profesör Joan Vaccaro “Uzay ve Zaman Arasındaki Kuantum Asimetrisi” makalesinde, zamanın iki yönü arasındaki farkın daha derin olabileceğini belirtiyor: geleceğe ve geçmişe… Bilhassa, K ve B mezonları denen atom altı parçacıklar, zamanın yönüne göre nispeten farklı davranıyorlar. Bu davranışı evren üzerine modellediğimizde gördüğümüz, sürekli evrilen (tegayyur) zaman içinde bir anda sabit olmaktan çıkıp değişen bir evren. Yani bu davranış, evrenin zaman boyunca ileri hareket etmesinden sorumlu. Belki de bu özellikleri anlamamız, geçmişe yolculuk gibi düşünceleri anlamımızı da sağlar.

“Uzay ve zaman arasındaki bağlantıda, uzay en kolay anlaşılır olanı, çünkü o burada. Ama zaman, bizi hep geleceğe yönlendiriyor”, diyor Profesör Vaccaro.

Şu hâlde, radyoaktif bozunmaya uğrayacak olan birbirinin tıpatıp aynısı iki atom hayâl edelim.  Bozunma olayının ne zaman olacağı kuantum mekaniksel çerçevede tamamen olasılık hesaplarına bakar. Atomlardan biri 5 dakika sonra bozunurken diğeri 5 yıl sonra bozunabilir. Bu olasılıkları hesap edebiliriz ancak olasılıklardan hangisinin ne zaman gerçekleşeceğini kesin olarak söyleyemeyiz. Çünkü olasılıklardan hangisinin gerçekleşeceğini belirleyen bilinen hiçbir neden-sonuç ilişkisi yoktur. Doğrusu, belirsizlik de yoktur. Yani, bizce meçhul… Ama hakikatte bir hesap var.

Bozunumun bir etki ile belirlenmekte olduğunu kabul edersek ve bu etki bozunma anının öncesinde, yani geçmişte yer almıyorsa, o hâde gelecekte yer alıyor olabilir mi? Neden-sonuç ilişkisi kuramıyor olmamızın nedeni, aradığımız nedenin henüz gerçekleşmemiş olması olabilir mi?

Tersine nedensellik teorisine göre birbirinin tıpatıp aynısı olan iki atomun durumunda aslında bir fark vardır, ancak bu fark geçmişten değil, gelecekten gelmektedir. Bu ihtimali kabul edersek, neden-sonuç ilişkisiyle barışık bir kuantum teorisinden söz edebiliriz belki. Daha net bir şey söyleyebilmek adına geleceğin şimdiki anı etkileyip etkilemediğini deneylerde tek tek incelemeye kalktığımızda ise elde edilen veriler, ölçümlerin çok zayıf olmasından dolayı, cihazların hata paylarının dâhilinde kalmakta ve kesin bir şey söylemeyi mümkün kılmamaktadır. Çünkü insan maddenin hareketini incelemekten ibaret bir kaderle kendini sınırlıyor. Madde ise kördür, hareketi düzensizdir ve kuvvet ise sağırdır. Şu hâlde her iki nedensellik de zaman denilen nehir üzerinde iki taraftan gelen dalgalarla salınan bir sandalın çaresiz bir salınımından ibarettir.

Bediüzzaman buradaki problemleri tek bir sırla çözüyor: muvazene sırrı…

“Hem “muvazene” sırrıyla, cevv-i fezada bir terazi ki, öyle hakikî hassas ve o derece büyük farz edelim ki, iki ceviz terazinin iki gözüne konulsa hisseder ve iki güneşi de istiab edip tartar. O iki kefesinde bulunan iki cevizi birini semavata, birini yere indiren aynı kuvvetle, iki şems bulunsa; birini arşa, diğerini ferşe kaldırır, indirir.” (Sözler)

Zamanı geçmiş ve gelecek arasındaki olasılıklar içinde sıkışmış bir mekân algısı olarak bulan insanın durumunu ise, Bediüzzaman şöylece anlatıyor:

“Ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan (biz “dünya1ları şimdilik zihnin çarklarında “uzay” olarak okuyalım), dar bir kabir hükmündedir. Fakat, o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için birbiri içinde in’ikas edip göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünki o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi madum ve gayr-ı mevcud oldukları halde, birbiri içinde in’ikas edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayâle karışır, madum bir dünyayı mevcud zannedersin. Nasıl bir hat, sür’at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-ı vücudu ince bir hat olduğu gibi; senin de dünyan hakikatça dar, fakat senin gaflet ve vehm ü hayalinle duvarları çok genişlemiş.” (Mesnev-i Nuriye)

O zaman hakikati nasıl açabileceğiz:

“O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayâli uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki: O geniş dünyan; kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür’atli akar. Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdaniyet sırlarını ifade eden “Lâ İlahe İllallah” kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.” (Mesnev-i Nuriye)

Ahmet Haşim, “Müslüman Saati” adlı denemesinde (Dergâh, 16 Mayıs 1337/1921) Avrupa’dan gelen saatlerin vakit tasavvurumuzu kökten değiştirdiğini anlatırken Müslüman zihnindeki zaman akışına vurgu yapıyordu:

“…Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin eder… Zaman sonsuz bahçe ve saatler orada açan, gâh sağa gâh sola meyleden güneşten rengârenk çiçeklerdi… Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı… Unutulan eski saatler içinde eksikliği en ziyade hasretle tahattur edilen saat akşamın on ikisidir. Artık “on iki” solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kaplandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o titrek saat değildir… Hâlbuki fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî anlamı veren o muhayyirü’l-ukul mimârîyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecrden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının bitmemiş eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mâbetler içinde güneşten ilk ziya alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.”

Einstein’in dediğine göre, zaman eğer ışık sabitse, o hâlde sizin hızınıza bağlı olarak esneyecektir. Uçağa bindiğinizde birazcık geleceğe gidiyorsunuz, meselâ. Bir astronot uzay istasyonunda 748 gün geçirmişti. Bu durumda, Dünya’ya geri döndüğünde bizden saniyenin ellide biri kadar daha çok yaşamış oluyor. Geleceği görmenin bir yolu da zamanda yolculuktur.

Geçmiş gerçeklik değildir sadece… Şu an gibi geçmiş ve gelecek de vardır. Kader bütüne bakar. Zaman eğrisel ya da mekân, yani uzay dönüyor. Zaman makinesi işte bu dönüş kullanılarak yapılabilecektir. Einstein’den Godel’e sonra pek çok meraklı araştırıcıya zamandan mekâna bir ileri-geri sarmalar, zihnin çarklarında zamanı bükmeler denene gelmiştir. Solucan delikleri ile kısa yollar yeni ve değişik zamanlar… Evrenin bir tarafına delik açan diğer tarafa geçen elma kurtları gibi zihnimizde atom altıdan küçük boşluklar… Zamanda yolculuk problemleri pek çoktur. Kimisi sonsuza giden kozmik dizilerin geometrisini çözmekle ilgili. Peki geçmişe yapılan yolculuk gerçek bir yolculuk mu? Hakikat değiştirilebilir mi böylece? Gerçek zamana bağlı ve ağlarla kaplı mı? Gerçek zamanlı mı?

Geçmiş zaman simülasyonları ile geçmişe gitmek (Bediüzzaman’ın, hayâlen gideriz, dediği) mümkün… Ancak hakikati değiştirmek hiçbir zamanda mümkün değil. İki kozmik diziyi birleştirmeye çalışırsan arada bir karadelik üretirsin… Çünkü hâlâ yerçekimi dalgalarını çözemedin…  Kuantum mekaniği gibi Einstein yasalarını tanımayan bir uzay var… Atom altı da seni boğabilir, zamansız bir kıyameti koparabilirsin. Aslında iş Nasreddin Hoca’mızın dediği gibidir. Kaybettiğin yerle aradığın yer hep başka olmuştur. Uzay-zaman da böyledir. Dünde kaybettiğini bugünde, bugünü yarında ararsın… İçerde kaybettiğini dışarda ararsın… Buna da “yer bilmezlik” diyorlar. Çünkü ışığa muhtaçsın…

İşte müthiş 3. Nükte ile yeni bir zaman hesabı yapıyor Bediüzzaman:

“Şu dünyada zamanın, fena ve zeval-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise mütedâhil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor. Nasıl ki saatin sâniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zahiren birbirine benzer, fakat sür’atte birbirine muhaliftir. Öyle de: İnsandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir.”

“Meselâ: Cismin bekası, hayatı, vücudu; bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli madum ve meyyit bulunduğu hâlde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dâhildir.”

“İşte bu istidada binaen hayat-ı kalbî ve ruhîye medar olan marifet-i İlahiye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intac eder ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer. Evet, Bâki-i Hakikî’nin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir sâniye, bir senedir. Eğer onun yolunda olmazsa, bir sene bir sâniyedir. Belki onun yolunda bir sâniye, lâyemuttur, çok senelerdir. Ve dünya cihetinde ehl-i gafletin yüz senesi, bir sâniye hükmüne geçer.” (Lem’alar)

 

 

Caner Kutlu
caner-kut@hotmail.com

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*