DİPLOMA ÇAĞI

Çağa bir isim daha buldum! Espri gibi gelecek, ama gelsin… Herkes istediği gibi alabilir: Diploma Çağı. Başka adları da var, onları siz biliyorsunuz; İnternet Çağı, daha önce Feza Çağı deniyordu, aya çıkıldığı dönemlerde. Uzay Çağı, Feza Çağı… Başka?

Telefon Çağı’nı çoktan atladık. Şimdi akılsız telefonlar çağındayız. Canım müthiş sıkılıyor, bu telefonlara akıllı denmiyor mu!

Yani telefon bizim önümüze geçiyor, şahsiyetimizden fedakârlık yapıyoruz telefonu akıllandırarak. Yani arabalar, evler, telefonlar tüm bu keşifler bizim önümüze geçiyor. Bizim önümüze geçen bir de bir karış kâğıt var. Bir karış… Diploma… Bizi solladı ha! Diplomana göre konuşuyorlar seninle. “Yunus’un diploması mı vardı?” dediğimde de gülüyorlar. Yunus’un diploması yoktu, Yunus oldu… Peki bizim diplomamız var, Yunus’u anlayamıyoruz, ne oldu? Diplomalar bize ne yazık ki bir tabu oldu…

Elimizdeki tapular da tabu oldu. Para ve diploma bizi niye böyle esir etti? Çok dağıldık, toparlanmaya vakit kalır mı? Bilmiyorum.

Bir kâğıt parçası için daha böyle yürümeye başlar başlamaz bizi yoruyorlar… 5-6 yaşından itibaren okullara koşuyoruz, iyi mi… Bu kadar yorgunluk hayra alamet değil! Ufacık, bir yumruk yüreğimiz, bu kadar yumruğa dayanamaz… Bir diplomanın hatırına yaşamayı unutuyoruz. Çünkü koşuyoruz; çünkü koşanlar, aceleciler sağını solunu görmez… Kendini görmez…

Diploma hatırına yaşamayı unutuyoruz. Yani mevsimleri unutuyoruz, yani alıp verdiğimiz nefesleri, gecenin gündüzün içinden geçerken, gecelerin gündüzlerin rengini tanımaz olduk… Bu kadar mı diyeceksiniz, daha fazlası…

Herkes kendine baksın. Ancak ölümlerde biraz uyanıyoruz, biraz tapusu çoklar ölünce, biraz diploması büyükler ölünce, biraz biraz… ‘Ha, ölüm ne taraftaydı, yaşamak ne taraftaydı’, diye sormaya başlıyoruz da… Bu da çok sürmüyor.

Bu diploma çemberinden hepimizi geçiriyorlar. Bu bir çember, bu bir çelme, bu düşelim diye bir tuzak… Diploma tuzağı… Rahmetli annem pazar, dükkân gezerken yeni şeyler görünce, yeni bir kap kacak yapılmış mesela, değişik ve yeni şeyler. Kırılacak şeyler gördü mü “vay vay çanağı” derdi veya “para tuzağı” daha geniş bir adı. Kırılacak var, kırılmayacak var… Kırılmayacaksa “para tuzağı”, kırılacaksa işte “vay vay çanağı”, ama yine “para tuzağı”… Elinden düştü mü işte kırılıyor, “vay!” diyorsun, “vay vay çanağı”…

Çanak, ey yeni nesil, kap kacağın bir adı…

Evet, zihinlerimiz işgal edilmiş, gözlerimiz işgal edilmiş… Artık duraklarda, arabalarda, evlerde, okullarda, her yerde… Elimizde bir ekran, kaydırıp duruyoruz dünyayı… Bize bir şeyler oldu, insanlığı birileri işgal etti… Bu, çok başka bir savaş! Tam televizyon çok vaktimizi alıyor, çalıyor derken… Herkesin eline bir televizyon verildi. Haydi diren, haydi bakalım! İnsanlığa geçişin yolları gün gün kapatılıyor. Adım başı okullar yapalım… Hikâye! Adım başı kurslar açalım… Hiç, ne olacak ki… Adım başı ne açmak gerekiyor? Adım başı sohbet yuvaları olmalı! Mesela eski köy evleri şehirlere taşınmalı… Şehirlerin çeşitli yerlerine “köycükler” yapılmalı. Herkes köyünü özlüyor… Tipik bir köy yapalım, orada sobalar yansın, orada aşlar kaynasın; bazlamalar, gözlemeler, yağlamalar yapılsın… Mantılar yapılsın. Semaverde çaylar demlensin. Tam orta yerinde köy meydanı olsun, köyün camii olsun, köyün kütüphanesi olsun ve oraya televizyon girmesin! Oraya kavgalar girmesin! Oraya cehalet girmesin! Oraya fukaralık girmesin, giren doysun… Kelime olarak doysun, midesi doysun… Oraya giren tebessüme doysun… “Tebessüm” diye bir şey varmış onu görsün!

Şehirler bizi asık suratlı yaptı. Diploma almak, demek ki dertlerimizi halletmedi. Okullar okumayı bir şey belledik, bir şey değilmiş. Ha, diploma alacaksınız okula; adam olacaksanız kitaplara koşun. Okullar sadece diploma fabrikaları olmuş, artık… Yok, “başka bir şey!”, diyen varsa buyursun, okullardan aldığınız diplomalar yetmiyor ki sizi elli bin türlü elekten, felekten daha geçiriyorlar! Onun için bu diploma devri artık miadını doldurdu, benden söylemesi…

Gelirken benzin alıyorum. Pompacı çocuk arabayı temizledi. Bir şeyler vereyim, dedim ve hayata takılan sözlerden bir parçacık verdim. Hani ben sayfalar koparıp veriyorum ya, ön kapaktan itibaren birkaç sayfa çıktı çantamdan. Veya cimriliğim tuttu arasam bir kitap bulabilirdim belki. “Oku” dedim pompacı çocuğa. Baktım göğsünde Mustafa yazıyor, okuyamadı. Dedim “Mustafa n’aptın?” Utandı. Ki rahat lise mezunudur, çünkü 12 yıl zaten zorunlu,  lise mezunu olmak zorundasınız ya(!), mecbursunuz okuyacaksınız canım. İşiniz varsa da yoksa da okuyacaksınız. Yani 20 yaşında lise bitecek ne öğreneceksiniz, kalfa olamazsınız, usta olamazsınız.

Üniversiteye gitmek zorundasınız, eğer okuyacaksanız. Gittiniz, sonra? Yüz bin üniversite de okusanız sizi bir sınava tabi tutacaklar. Yani okuduğunuz üniversitenin yetersiz olduğunu sizi alacaklar da biliyor. O zaman diploma tabu olmaktan öte geçmiyor. Niyesi uzun sürer. Çaresini… İlgililer bulacak, onu ben bilemem bana oku dediler, okudum. Fakat Yunus Emre, “Okudum, bildim deme!” diyor. Evet… Okudum, bildim yok! “Okudum, bildim deme; çok ta’at kıldım deme”. Çok okudum, bildim deme, çok ibadet ettim artık bunlar bana yeter deme… “Eri hakkı bilmez isen, ha bir kuru emektir” diyor. Sen gerçeği öğrenemeden gidiyorsan buradan,  terk ediyorsan bu dünyayı, gerçekleri, kendini… Doğruları öğrenemeden gidiyorsan, ha bir kuru emektir, diyor.

Çocukcağız iki satır bir yeri okuyamadı, bir cümleydi ha… “İçim kan ağlıyor, can ağlamak istiyorum” diyen iki satır, bu kadar… Sayfanın hepsi bu. Okuyamayınca artık, en son aldım ben okudum. “İçim kan ağlıyor, can ağlamak istiyorum!” dedim.  “Aaa!” dedi,  “Şiir gibi mi okumalıyım?” Dura dura okuyunca, dura dura konuşunca karşıdaki sizin şiir okuduğunuzu zannediyor. Güzel… Demek ki şiir AHENK demek!

Bir şey söyleyeyim mi, ülkemizde kişilik gelişimini tamamlama yaşı ortalaması 50 yaşmış. Sıkı durdunuz mu? Bu, ilerlemiş ülkelerde eksi 30, yani 20’li yaşlar… Onlar 20’li yaşlarda şahsiyet kazanıyor, bizler 50’li yaşlarda. Bizler 50’li yaşlarda biraz su içmeyi, yemek yemeyi biraz öğreniyoruz; onlar 20’li yaşlarda. Diplomanızı gördünüz mü? Diplomalar bizi ne yapıyormuş biliyor musunuz? Daha önce demiş miydim? Diplomalar bizi cahil ediyormuş, gururlu ediyormuş, tembel ediyormuş… Bunu, bir yazarın bir öğrencisine söylediğini bir yerlerden duymuştum.

Evet diplomalar bizi cahil, gururlu ve tembel eyliyormuş! Hoşunuza gitti mi? Bu perişanlığımız, pejmürdeliğimiz… Hoşunuza gitti mi? At gözlüğü ile yaşıyoruz, bu gözlüğü bir “at”sak… Ve hakikate gem vurmalardan vazgeçsek… Ki vuramayız, hakikate gem vurulamaz, vurulabilemez! Ama geciktiriyoruz, kapıyı tıklatıyor hakikat, gelmek istiyor… Biz sahte diplomalarla, sahte paralarla; hayatımızı yaşamayı, hakikati buyur etmeyi geciktiriyoruz…

Okulların diploma vermeden son bir defa sorması gereken sorular olması gerektiği kanaatindeyim. Onlar sormuyor bu soruları; bari ben sorayım, diplomayı iyice hak edelim diye. Mesela bir kâğıt kalem konmalı diploma vereceğimiz her kişinin önüne. “Kim olduğunu birkaç cümle ile veciz ifade ile yani az ve öz anlatabilir misin? Ezberinde bir şiir var mı? En son ne zaman aya bakmıştın? En son ne zaman bir papatyaya bakmıştın? En son ne zaman bir gelincik okşamıştın? En son ne zaman yıldızlara göz kırpmıştın?” gibi, ne bileyim yaşadığına dair bazı şeyler sormak lazım… “Yunus Emre, ‘Bir karıncaya ulu nazarım var.’ diyor. Sözünden ne anlıyorsun?” gibi şeyler sormak lazım. Mekteplerin kâinat mektebini okuyacak bir kültüre erişmesi için hangi okullara kaydolması gerekir ve önce mekteplerin bir diploma alması gerekir diye düşünüyorum.

Giderken beni karanlığa terk etme, o cümleyi söyle!

Allahaısmarladık!

 

 

Ali Hakkoymaz
alihakkoymaz@gmail.com

 

(Hafta içi her gün saat 17.00’da, tekrarı 21.30’da İstanbul Bizim Radyo’da yayınlanan “Keyfince Lügât” programından deşifre edilmiştir.)

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*