BERZAH

“İ’lem eyyühe’l-aziz!
Nefs-i nâtıkanın en yüksek matlubu devam ve bekadır. Hattâ vehmî bir devam ile kendisini aldatmazsa hiçbir lezzet alamaz. Öyleyse, ey devamı isteyen nefis! Daimî olan bir Zâtın zikrine devam eyle ki, devam bulasın. O’ndan nur al ki sönmeyesin. O’nun cevherine sadef ve zarf ol ki kıymetli olasın.
O’nun nesim-i zikrine beden ol ki, hayattar olasın. Esmâ-i İlâhî’yeden birisinin hayt-ı şuaıyla temessük et ki, adem deryâsına düşmeyesin.
Ey nefis! Seni tutup düşmekten muhafaza eden Zât-ı Kayyûma dayan. Senin elinde yalnız bir parça kalır. En iyisi o parçayı da O’nun hazinesine at ki rahat olasın.” 
(Mesnevi-i Nuriye)

Varlığımızı anlamlı kılan boşluklar… Elimizdeki kırık bir parça…

Yahya Kemâl, “Rindlerin Akşamı”nda şöyle tasvir ediyordu:

“Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece
Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,
Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.”
 

En büyük başarısızlığı, Ertuğrul Özkök, hayatında sadece kendine ait boşluklar bulamaması olarak görüyor.

Bediüzzaman ise, birbiri içinde biri birini yansıtan (hem küllî hem mahsus) pek çok berzahlar açmakta buluyor zihnindeki âlemleri çalıştıran çarkları… Çünkü:

“Âlem-i rü’ya, âlem-i misalin zılli ve o da âlem-i berzahın zılli olduğundan, desatirleri mütemasildir.” (Sünuhat)

Şekil, biçim ve formlarla berzahları dolduran gölgeler, onların gölgeleri, onların…

Kelimeler meselâ; Nihat Sami Banarlı’nın Türkçe hakkında söylediklerindeki gibi, “mecazlar ve cinaslar lisânı”dır. Kelimenin türlü mânâlarda kullanılmak zevki, dilin dehâsını teşkil eden çizgilerdendir.

Maria Luz, Giacometti hakkında yazarken boşluktan bahsediyor. Beni ısrarla uyarmıştı: Gözünüzle gördüğünüz, elinizle tuttuğunuz şeyi sözcüklerle betimleyemezsiniz. Sözler düşünceyi çarpıtır, yazılar sözleri çarpıtır: Kendinizi artık tanıyamazsınız.

Bu açıklamayı yaptıktan sonra yine de bir boşluk sorununun varlığına, boşluğun nesnelerce yaratıldığına inanmadığını, bedeninin hiçbir noktası bir başka cisme değmeyen bir devingen cismin boşluk izlenimi uyandıramayacağını söylemişti bana. Onun için önemli olan konuydu. Boşluk, biçimler, tuval, alçı, bronz… Bunların hepsi araçtı. Önemli olan, özneyi gördüğünüzde duyumsadığınız şeye en yakın duyguyu uyandıran bir nesne bulmaktı.

Yontu boşluğa oturuyordu. Nesneyi kurmak için boşluğu kazıyordunuz, nesne de kendine boşluk üretiyordu; bu boşluk, özne ile yontucunun arasındaki boşluktu…

Yontu kendi çevresinde boş bir alan ister. …

Resimde boşluğu vermek, yontudakinden daha kolay. Boyutlar sayesinde insan rahatsız olmuyor; resimde her şey kurgusal. Ne var ki, boşluk hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Onun hakkında çok şey öğrendik. Rönesans boşluğunda yaşamayı sürdürüyoruz biz; o düzeni yalnızca Cezanne altüst etmişti. Altüst etmiş, ama yok etmemişti.

Giacometti bana ayrıca, yontuların yalnızca boşlukta yer alan biçimler olmadığını, onların boşluğu kat eden biçimler olduğunu da söylemişti. Ve bir atın çok derin burun deliklerini okşadığında: “Boşluğu delmiş olması gerekiyordu”.

Suad Alkan: “Hep önüme berzahlar çıkıyor. Bu berzahlar bitince âlem-i berzahta bulacağım kendimi, diye düşünüyorum” demişti. Burchardt’a göre de tasavvufî yorumlardan anlaşılan, “berzah, yüce bir dünyanın bütünsel ışığını kırarak daha aşağı bir dünyanın değişik renklerine bölen bir prizmayla, ya da yine, tek bir değişim noktasından süzülerek yukarıdan gelen ışınları birleştiren bir mercekle karşılaştırılabilir.”

Evrendeki bu genleşmenin astronomik kanıtı ise “fazlasıyla bunaltıcı”. Peki, “boşluk boşluk büyüyen” evreni ayrılmaya iten şey ne?

Parçacık fizikçileri, bunun gibi kozmik boyutlu soruları doğanın en temel kanunlarını kullanarak cevaplandırmak için çabalıyorlar. Fakat bu sorgu onları zora sokuyor çünkü bu şey, diğer her şeyden farklı.

Madison, Wisconsin Üniversitesi’nden Amol Upadhye şöyle diyor: “Yer çekimini doğru bir şekilde anlarsak, o hâlde evrendeki toplam enerji yoğunluğunun üçte birini oluşturan ve sıradan cisimden tamamıyla farklı davranan başka bir madde vardır.” Ve ekliyor, “Yani büyük gizem şu ki, bu şeyler ne?”

Bu şeyler, karanlık enerji. Ama bu şeyin evrende görünen itiş etkisine karşın, bilim insanları pek bir şey bilmiyorlar. Bununla birlikte, Upadhye gibi teorisyenler, uzayın genleşmesine gerçekten bir sebep olup olmadığından ve büyük olasılıkla parçacık üretiyor olmasından şüpheleniyorlar.  Bir karanlık enerji cisimciği kozmolojik gözlemle uyuşmak için bir dizi şaşırtıcı özellik gerektirir. Özellikle bukalemun gibi davranmalıdır. Yani önceliklerini çevresini baz alarak değiştirmelidir.

Kozmik Bukalemun: Gelip gidersin (boşluk)…

Uzayın derinliklerinde, bukalemun cisimciği neredeyse kütlesizdir ve kendi yer çekimini diğer cisimciklere göre küçültür. Fakat dünyada (ve uzayın yoğun ölçüde yerleşilmiş her bir bölgesinde) bukalemunun daha geniş bir kütleye bürünmesi gerekecektir. Bu onun diğer maddelerle kolayca etkileşime geçme yetisini sınırlayacak ve onu çoğu dedektöre neredeyse görünmez hâle getirecektir.

Upadhye’nin dediğine göre, “Eğer madde müzik olsaydı, sıradan bir madde piyanonun tuşları gibi olurdu. Tıpkı her piyano tuşunun tek bir nota çalması gibi, her cisimcik ayrı birer kütleye sahiptir. Fakat bukalemun cisimcikleri trombonu üflemek gibidir, seslerini arka plandaki gürültüye göre yükseltip alçaltırlar.”

Değişken hacme ek olarak, bukalemunların ortaya negatif bir basınç koymaları gerekir. Klasik olarak, basınç bukalemunların konteynırlarında sarf edilen güç cisimcikleridir. Konteynır maddeden yapıldığında –balonun kauçuğu gibi– iç basınç yükseldikçe genleşir ve iç basınç azaldığında normale döner. Ama konteynır hiçbir şeyden yapılmamışsa –konteynır uzay zamanının ta kendisi iken– ters etki gerçekleşir. Örneğin, bir doğum günü balonu hava ile doluyken etrafını saran boş alan az oranda daralır, ama balon havayı saldığında ve basınç azaldığında boşluk normale döner.

Bilinen tüm cisimcikler, basınçları yükseldikçe uzayı daraltır ve basınçları sıfıra yaklaştıkça da uzayı gevşetirler. Uzayı tam anlamıyla genişletmek içinse, bir cisim negatif basınç sarf etmelidir. Bu fikir bizim makroskobik fiziksel dünyamıza tamamıyla yabancı olsa da, atom altı ölçekte imkânsız değil.

“Bu aslında Einstein’ın fikriydi” diyor Upadhye. “Eğer maddeyi negatif basınçla, genel denge izafiyeti içerisine koyarsanız artan evren genleşmesine sahip olursunuz.”

Bir değişken kütleli, boşluk genişletici cisimcik, fizikteki hiçbir şeye benzemez. Fizikçilerin böyle bir cisimcik olduğuna, bu cisimciğin uzayın derinliklerinde ve bizim güneş sistemimizde bol miktarda olabileceğine dair umutları var. Birçok deney dolaylı yoldan, sıradan maddenin özelliklerini yakından gözlemleyerek ve bukalemuna benzer etkiler arayarak, bukalemun cisimciklerini araştırdı. Konstantin Zioutas, “Güneş bizim en büyük cisimcik kaynağımız” diyor ve ekliyor, “Eğer bukalemunlar var ise, güneşte bol miktarda üretiliyorlardır.”

“Karanlık enerji gizemi, fizikteki en zorlayıcı iş ve hâlihazırda anladığımız hiçbir şey bunu açıklayamaz” diyor Zioutas. “Olası çözümler için egzotikanın egzotiğine bakmalıyız.” (symmetrymagazine.org)

Muhammed Tadilî’ye göre insanın bütün berzahları kalp olan ve ruh âlemi ile bireysel nefs âlemini birbirine bağlayan merkezî berzah’ına bağlıdır. Berzahın her nabız atışı yaşam ışığını dönüştürür. Bu dönüşüm tersine dönmesin ve bireysel ihmalkârlıktan ölümcül biçimde “düşme eğilimi” sergilemesin diye her zaman manevî yönelimle belirlenmeli ve zikr ya da solunum bilimine bağlı yöntemlerle desteklenmelidir. Zikr, aynı zamanda hatırlama ve unutkanlık denizleri arasında bulunan hafıza berzahına seslenme anlamına gelir.

Bediüzzaman’ın nefes alma ile berzah ilişkisi kurduğu şekliyle:

“Sâni’-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir. Biri azot, biri müvellidü’l-humuza. Müvellidü’l-humuza ise nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizac eder. Buharî hâmız-ı karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkılab ettirir. Hem hararet-i gariziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder. Çünki Sâni’-i Hakîm, fenn-i Kimya’da aşk-ı kimyevî tabir edilen bir münasebet-i şedideyi müvellidü’l-humuza ile karbona vermiş ki; o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlahî ile o iki unsur imtizac ederler. Fennen sabittir ki; imtizacdan hararet hâsıl olur. Çünki imtizac, bir nevi ihtiraktır. Şu sırrın hikmeti şudur ki: O iki unsurun her birisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. İmtizac vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi bunun zerresiyle imtizac eder, bir tek hareketle hareket eder. Bir hareket muallâk kalır. Çünki imtizacdan evvel iki hareket idi; şimdi iki zerre bir oldu, her iki zerre bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni’-i Hakîm’in bir kanunu ile hararete inkılab eder. Zâten, ‘hareket, harareti tevlid eder’ bir kanun-u mukarreredir. İşte bu sırra binaen beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ı kimyevîye ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi safi olur. İşte nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş’al ediyor. Çıktığı vakit ağızda mu’cizat-ı kudret-i İlahiye olan kelime meyvelerini veriyor. (Sözler)

İnsanî berzahlar… Bediüzzaman, “bir seyahatinde” karşılaştığı insanî berzahları şu şekilde anlatıyor:

“Sonra, pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, âlem-i şehadet ve cismanî ve maddî cihetinde mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hâllerinden ders aldığından, âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalaa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğü ile beraber manen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve nuranî kalblerin kapısı açıldı. Baktı ki; onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden; kendi akıl ve kalbine dedi ki: Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikate giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil, belki iman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden mütalaamız ile istifade etmeliyiz, dedi. Mütalaaya başladı.
Gördü ki: İstidadları gayet muhtelif ve mezhebleri birbirinden uzak ve muhalif olan umum istikametli ve nurlu akılların iman ve tevhiddeki ittisafkârane ve râsihane itikadları tevafuk ve sebatkârane ve mutmainane kanaat ve yakînleri tetabuk ediyor. Demek tebeddül etmeyen bir hakikata dayanıp bağlanmışlar ve kökleri metin bir hakikata girmiş, kopmuyor. Öyle ise bunların nokta-i imaniyede ve vücub ve tevhidde icma’ları, hiç kopmaz bir zincir-i nuranîdir ve hakikata açılan ışıklı bir penceredir.”
(Asa-yı Musa)

 

Caner Kutlu
caner-kut@hotmail.com

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*