Mektuplaşmanın pek ciddi felsefesi

Mektup almayı sever misiniz, peki ya mektup okumayı ya da mektuba cevap yazmayı? Kapak konumuz “yazmak” diye, mektup nasıl yazılır falan anlatacak değilim. Risale-i Nur’da çokça rastlayabileceğiniz “Mektubat-ı Rabbanîye” kavramını biraz eşeleyecek, üstündeki ülfet tozlarını silmeye çalışacağım.

Mektup Arapça bir kelime ve “ketebe”, yani “yazmak”tan geliyor. Lügat (1) mânâsı ise şöyle: “Başka yerde bulunan bir kimseye haber ulaştırmak, hâl hatır sormak, istek bildirmek v.b. bir maksatla elden yâhut posta aracılığı ile gönderilen yazılı kâğıt, nâme”.
Mektubu yazan bellidir, kime gideceği bellidir. Yazanın imzası ve el yazısını, onun kendine has üslubunu taşır mektuplar. Muhakkak her mektupta hitap kısmı vardır; “Sevgili dostum, canım annem, pek kıymetli dayıcığım” gibi… Tabiî mektubu mektup yapan çeşit çeşit, renk renk zarflardır.

Söz öbeğindeki diğer kelime “Rabbanî”; Rabbe ait, Rable ilgili demek. Rab ise, her şeyi kademeli olarak terbiye edip bir kemâl noktasına erdiren, onu faydalı bir varlık hâline getirendir. (2) Yani Rabbimiz bizi ve her şeyi Ulûhiyet’i ile yarattığı gibi, Rububiyet’i ile de her an terbiye eder; kudret elini asla üzerimizden çekmez.

Bizi her daim gören ve gözeten Rabbimizden sayısız mektup alıyoruz, bunlar “bir maksat” ifade ediyor. “Ben O’ndan sanayım, bak senin adresine, sana özel gönderildim. Zarfımı aç, içine bak. Sana ne söyleniyor, dinle. Beni oku!” diyor her bir mektup. Kimisi mektubu görmezden geliyor, zarftaki ismine bile bakmıyor. Kimisi mektubu alıyor, ama birisinden geldiğini hiç düşünmüyor, kendi kendine yazıldı sanıyor. Kimisi evirip çevirip zarfın rengine, süsüne bakıyor, sonra zarfın yırtılmasına kıyamayıp asla mektubu açmıyor. Kimisi alıyor mektubu, ama “bana bu zarfla mı göndermiş, ne çirkin” diyor. Mektubun okunmak için olduğunun farkında olan bazıları ise, mektubu açıyor, okuyor, mânâsına bakıyor. Hatta tekrar tekrar okuyor, hayran oluyor.

Kâinat, deniz, ay, gök, insan, dost, eş, çocuk, hastalık, sevgi, heyecan, öfke, musibet, servet, ses, koku, kalabalık, duygu, düşünce, kısaca her bir yaratılan O’nun ‘Rabbanî Mektupları’dır… Doğumdan ölüme, gençlikten yaşlılığa, sabahtan akşama sayısız mektup alıyoruz. “Aklı, fikri, şuuru, iradesi” olan bir insan olarak “ikra” emriyle muhatap olduğumuz için bu mektupları okumakla mükellefiz. Hakikî okumak ise, bize dokunan her şeyin O’nunla bağlantısını keşfetmekle oluyor. O anda, o eserde tezahür eden esmayı görebilmek, sanatların farkına varmak, hikmetleri anlamak, Yaratan ne güzel yaratmış diyebilmek ise bu okumanın katmanlarını oluşturuyor.

Mektupların sonlarına “acele cevap yaz, cevabını dört gözle bekliyorum” gibi notlar düşülür…

Mektuplaşmak işteş bir fiildir, karşılıklı yapılır. Hepimize her an, tekrar tekrar, uzun kısa, rengârenk, çeşit çeşit mektuplar gönderen bir Zât var. Öyleyse bizim okumak kadar mektuba cevap yazmak da vazifemiz olsa gerek.

İster farkında olalım, ister olmayalım, biz de her an bu mektuplara karşılık veriyoruz. Tabiî mektubun zarfına, yazısının süsüne bakanla; satır satır okuyup, mânâlarına nüfuz edenin verdiği cevap aynı olmuyor.

İnsan ömrü yazmakla geçer aslında. İnsan kâinata bakar, güneşe, aya, denize, insan insana bakar; ilmek ilmek okuyan da, “ne güzel” ya da “ne korkunç” diye bakan da yazar. Sonra insan insanın zihnine yazar, “ne güzel ahlâklı insan” “ne yalancı insan” diye yazar da yazar. İnsan yaratılmış her esere baktığında o an bir mektup yazar, bir kediye bakıp “nankör” diyenle “Ya Rahim, Ya Rahim diye mırmırlarıyla Rabbini tesbih ediyor” diyenin yazdığı hayli farklıdır. İnsan bazen alır eline kalemi, fırçayı üreterek, ilhamlanarak yazar.  Sonra bu yazılanlar kalkar insanın ömrünü yazar; hem hafızasında, hem insanların zihinlerinde, hem Kirâmen Kâtibîn meleklerinin defterlerinde, hem Yaratıcısının gözünde…

Kâinatta hiçbir şey ruhsuz, mânâsız, hikmetsiz, tesbihsiz değil. Her bir yağmur damlasının, toz zerreciğinin, dağın-taşın mânâsı-meleği-ruhu var. Ağzımızdan çıkan kelimenin, kulağımıza değen melodinin, gözümüzü şenlendiren resimlerin, kahkahaların ya da ağlamaların, birisine duyulan sevginin, zamanı nasıl geçirdiğinin hepsinin, ama hepsinin mânâ âleminde karşılıkları var. Mânâlar maddenin atkı ipleri gibi, madde mânâsız vücuda gelemiyor. Peki, bu “mânâ mânâ” dediğimiz şey “yazı” değildir de nedir?

Kâinat sürekli yenilenen, içerisinde sayısız kitap bulunduran dev bir kütüphane gibi. İnsan ise bir yandan okuyor bir yandan yeni yeni kitaplar telif ediyor. Her davranışımız, duygumuz, düşüncemiz, tepkimiz, ürettiğimiz, yaptığımız, konuştuğumuz, vakit öldürmemiz, tercih etmemiz; mânâlanıyor, ruhlanıyor, yazıya dönüşüyor. Eğer bunun farkındaysa insan, insan oluyor, o kadar şuurlu yazıyor, okunmaya değer bir kitap telif ediyor. “Okuma-yazma” vazifesinin farkında değilse, okuyamıyor hiçbir Vahdet yazısını. Görmüyorsa bu dev kütüphaneyi, mektup yığınlarını, mânâ fabrikalarını, işte o zaman adem dolu bir ömrü oluyor, bir adem(yokluk) kitabı telif ediyor. “Defterin sağdan verilmesi” diye bir tabir vardır; işte insan defterini kendisi satır satır yazıyor da hangi eliyle alacağına karar veriyor.

 

1) lugatim.com
2) sorularlaislamiyet.com

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*