Korkak Köroğlu

“Savaşmak mı istiyorsun? O hâlde bir savaşçı gibi giyin, kuşan. Çiçekli böcekli gömleğinle bu savaşa giremezsin!”

O kadar ikna edici konuşmuştu ki, cevap veremedim. Ne demek istedin, diyemedim. Çünkü anlamıştım. Ama beni ikna eden daha çok tavrı ve bakışları olmuştu. Bu sevgili dost boş konuşmuyordu. Arkası vardı sözlerinin. Konuşurken biraz sonra soracağım sorulara da cevap veriyordu. Bunun zihinsel sarhoşluğundan haz almamla birlikte, dediklerini kritik edecek enerjiyi bulamıyordum kendimde.

Gerçekten de ben bir savaşçı değildim. Bu savaşa ne duygusal anlamda hazırdım, ne de donanım olarak. Bilgiye dayalı sert diyalektik tartışmalara girmede sağlam bir sinir sahibi olmak ve vicdana gönderme yapmak zorunda kalmamak gerekti. Hele hele empati kurmak fikir hainliği sayılırdı. Tecrübî, samimi ve vicdanî yaklaşımlarım aklı ve bilgiyi hiçe saymasa da onları sadece bir araç olarak kullanıyordu. Basbayağı ben bir barışçıydım. Belki bu durumum mecburiyettendi. Silahım yoktu.

Okunacak o kadar çok kitap var ki, ben ne zaman düşünmeye fırsat bulacağım? Ben ne zaman fikir beyan edeceğim? Yoksa buna hakkım yok mu? Kur’ân’da kaç yerde “Akıl etmez misiniz, düşünmez misiniz?” diye geçer. Ve Kur’ân sadece seçkinlere, entelektüellere, filozoflara gelmiş değildir. Muhatabı bütün insanlıktır. Buna rağmen kaç kişi mealini alıp, bir kere olsun tamamını okumuştur? Buna engel olan nedir?

Etkilendiğimiz ve hayran kaldığımız dâhi insan her şeyi bizim yerimize düşünüyor ve karar veriyorsa, biz otomatik pilota bağlamış olmuyor muyuz? Bu bizi sürekli düşünmeye çağıran Kur’ân’a ne kadar uygun? Burada kastettiğim, biraz nefse hizmet eden, eleştirmekten keyif alınan liberal bir eleştiri değil. Aracıyı kaldırmaktan ziyade onu anlamaya çalışmak. Sonradan hakikat zannedebilme ihtimalimiz olan şüpheyi gömmek yerine onu doğru konumlandırmak. Ben bilirim yerine, ben merak ediyorum, diyebilmek. Çünkü bazen o cevap sizi elinizden öyle bir yakalar ki, bileğiniz acısa da kalkışa geçersiniz.

Hayran kaldığı bir dâhiyi eleştiremeyeceğini, çünkü onun kadar bilmediğini söyleyen birine diğeri, “Muhtemelen, haber okusak da, biyolojiye Darwin kadar hâkim değiliz. O halde maymunlardan geldiğimize inanmak zorunda mıyız?” demişti.

Bediüzzaman Hazretleri’ne yazmış olduğu Sözler’in neden çok tesirli olduğunu sorarlar. Cevaben şöyle der: “Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. (Ve en sevdiğim yer geliyor) Da’vâ değil, da’vâ içinde bürhandır.”

Bazen aradığımız cevap sadece bize özeldir. Bir evrenselliği yoktur. Örneğin bir delili diğerlerinden daha iyi anlar ve içselleştiririz. Allah herkesi farklı donanım, suret ve yeteneklerle yaratmıştır. Bu yüzden aradığınız, size ait olan cevabı, içinizdeki en büyük korkuyu, en büyük arzuyu, yetersizliklerinizi, iyi yönlerinizi, bütün hayatınızın her anını bilen gören ve duyan BİRİ ancak size verebilir. Nasıl bütün cevaplar dehanın zihninde yoksa, bu cevaplar biz sanarak oluşturduğumuz gerçekliğin içerisinde de yoktur. Yani her şeyi bilemeyiz. Peki, o BİRİ, yani Allah (cc) ile nasıl iletişim kuracağız? Cevabı bize nasıl verecek? Bu bir tefekkür sorusudur. İnsan bilmese dahi cevap vermeye çalışırken öğrenir. Belki de herkes kendine göre bir cevap verecektir. O halde cevapların tekil oluşları, farklı olmaları, kişiye özel oluşları bile bu fikrin destekçisi ve heyecanlı bir keşfi olacaktır. Böylesi bir heyecan enerjiye dönüştüğünde bağımlılık yapabilir. Bu durumda ‘bir bilene sor’ düğmesine basılmalıdır. Bağlı olmakla, bağımlı olmak farklı şeylerdir. Taraf olmakla, tarafgir olmaktaki fark gibi…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*