Hayâlî Arkadaşımın Hülyaî Röpordaşı

Sual: İlahî emir, “Zannın çoğundan kaçınmamızı” buyurmuştur. Zan ne demektir?

Cevap: Sizin, bu dergiyi çıkarmakla iyi bir şey yaptığınızı sanmıyoruz, sanmakla yetinmiyoruz, biliyoruz. Hatta bilmekle de yetinmiyoruz. Buna inanıyoruz. Bu konudaki bilgimiz “itikat/iman” seviyesinde. Zira buna eminiz/imanımız var.

Zannetmek sanmaktır, sanmak bilmemektir. Bilmemek, fakat şüphelenmektir, tahmin etmektir.

Kaidedir (Hem de hayatın kaidesidir. Yani hayat onun üzerinde durur): Şüphe üzerine hüküm bina edilemez.

Demek, birisi veya birileri hakkında, tam bilmeden, menfi ya da müsbet hüküm vermek, tehlikelidir. Ya hükmümüz yanlışsa! Zira Allah kalplerimizden geçeni bile bilir. Hem Allah için zan yok ki, “O her şeyi hakkıyla bilendir”. Yani O bize “zannetmişsin, ama yanıldın, gel bakalım” diyecek ve fakat biz ona -hâşâ- “yanıldın” diyemeyeceğiz.

Yine zan, başkası ya da başkaları hakkında tam bilmeden hüküm cümleleriyle konuşmaktır, yazmaktır ve bu da hatarlıdır (risklidir). Ya birileri o yanlış hükmü duyar, doğru zanneder ve kendi hükmünü bu zanna bina ederse! Hapı yuttuğumuzun resmidir.  Sebep olan yapan gibidir. Hele bir de onun hakkındaki zannımız, hakkında konuştuğumuzun kulağına giderse, kalbi kırılırsa… Nasıl tamir edeceğiz? Neyle yapıştırmayı deneyeceğiz? Özür tut-kalıyla mı? Ya tutmaz da kırık kalırsa? O zaman bizim de adımız kır-bırak olmaz mı!

Sual: Neden zannın “çoğundan” kaçıyoruz?

Cevap: Zannın az-birazı biraz bilmektir. Hüküm vermeye yetmeyecek kadar bilmektir. Hüküm vermekten kaçınarak bilmektir.

Azıcık bilgiye hüküm bina etmedikten sonra o bilgiyle sadece zannetmek fazla zarar vermez. İleri gitmek, yani hüküm vermek isteyen, zannını kuvvetlendirmeli, bilgisini çoğaltmalı.

Sual: Bir de hüsn-ü zan var. Onun da çoğundan kaçmak lâzım mı?

Cevap: Elbette. İyi sanmak, birileri hakkında “gerçekten iyi” olduğunu bilmeden “iyiymiş” hükmü vermek demek.

İlişkilere hüsn-ü zanla başlamak iyidir. Ama ne denilmiş: Hüsn-ü zan ve adem-i itimat bir arada olmalı. Bu ikisi birbirine zıt değil. Yani muhatabımızın iyi olduğunu varsaymalıyız, ama ona gereğinden fazla da güvenmemeliyiz. Aksi halde muhatabımızı nefsinin eline bırakmış olabiliriz. Nefsine güvenen belayı bulur. Birini nefsine güvendiren de ona belasını buldurur. Galiba bu yüzden “iyi tanımadığın komşunu hırsız tutmaktansa kapını kilitli tut” denilmiştir.

Bilhassa ticarette ve siyasette murakabe mekanizması olmadan ilişki tesis edilmemeli.

Sual: Ticarette murakabe nedir?

Cevap: Tartıyı takip etmektir. Metrenin ucunu tutmaktır. Defteri-hesabı doğru tutmaktır. Senet almak, noterden faydalanmak, gerekirse ihtar göndermek… Yani kısaca ve güzelce ifadesiyle “merkebi sağlam kazığa bağlamak”tır.

Kur’ân’daki en uzun âyetin (tam bir sayfa), alışverişte sonradan itiraz ya da unutma riskine karşı delillendirme mecburiyeti ve usulü hakkında olduğunu unutmayalım.

Bugüne kadar çıkarılan birçok koruyucu kanunun, güçlü tarafın gücünü kötüye kullanmasını engellemeye yönelik olduğunu bilirsiniz. Mesela -kısa adlarıyla- Tüketici Kanunu, İş Kanunu, Perakende Ticaret Kanunu, Rekabet Kanunu vs.

Sual: Siyasette murakabe nedir?

Cevap: Hakkında hüsn-ü zanda bulunduğumuz ve bizim devletimizi bizim adımıza yönetmek üzere kendisine yetki verdiğimiz siyasetçileri ve onların bürokratlarını çeşitli mekanizmalarla denetlemektir. Denetlemezsek, siyasetçiyi de, bürokratı da nefsinin eline bırakmış oluruz. O da her yaptığının doğru olduğunu zanneder, ama gide gide devleti de, milleti de uçurumun kenarına götürür. Allah muhafaza.

Siyasette en iyi denetim muhalefetin iktidarı denetlemesidir. İktidar her ülkede var. Önemli olan muhalefetin meşru olup olmadığı.

İktidarı kurumsallaştırmak yetmez. Muhalefeti de kurumsallaştırabilmek gerekir.

Zira devlet demek esasen denetim demektir. İslâm toplumları henüz bunu başaramadı. Başarınca meseleler kendiliğinden çözülmüş olacak.

Hem bizzat millet tarafından ve hem de millet adına milletin denetim kurumları tarafından denetlenmeyen devlet, ehl-i hamiyetin elinde de olsa bir zorbaya ve hatta canavara dönüşür. Kontrolsüz güç, güç değildir.

Sual: Zanna dayalı hüküm nereden kaynaklanıyor?

Cevap: Ön yargılardan. Genellemelerden. Peşin hükümcülük hastalığından. “Önce as! sonra yargılarsın” geleneğinden!

Fizikte genelleme doğrudur, zira bu bir kanundur. Matematikte de. Bu 1 ile bu I, karakteri farklı da olsa birbirine eşittir. Ama beşerî ilişkilerde genelleme daima tehlikelidir. Zira hiç 1 insan, diğer I insana benzemez. Hepsinin karakteri farklıdır. Farkları nazara almamak, insana “çiçeklerden bir çiçek” muamelesi yapmak değil, insanoğlu insana, af buyurunuz “koyun oğlu koyun” ya da “it oğlu it” muamelesi yapmaktır.

İnsanı tanımak lâzım ki Allah’ın kâinata koyduğu “bir şeyden çok şeyi halk etme” kuralının hikmeti anlaşılsın.

İnsan hazretlerini tanıyan-ki o aynı zamanda yeryüzünde halife hazretleridir- ona hürmet eder. Hele arzın halifesi olduğunun şuurunda olan bir insana haksızlık eden, ne büyük bir zulüm etmiş olur.

Toptancılık bize ticarette lâzım, hüküm vermekte değil.

Sual: Genellemeler her zaman mahzurlu mudur?

Cevap: Hayır. Asla. İlim genellemelerle çalışır. Fen bilimleri gibi beşerî bilimler de hatta bir ölçüde hukuk da genellemeler yapar. Ne demişti bir zamanlar çok gıybetini ettiğimiz merhum hocamız Prof. Dr. Tarık Özbilgen: “Bilim, gerçekliğin somut içeriğinden arındırılmasıyla saptanımı prosedesidir!”

Genellemeler iktisadın olmazsa olmazıdır. Sigortacılıkta aktüerya her şeydir. Sosyoloji için genelleme ve oranlama gereklidir. Miras hukuku için genellemeler mecburiyettir. İdare hukuku için genellemelerden yola çıkmak faydalıdır.

Ama genellemeler ceza hukukunda hüküm verirken işlemez. Cezalandırmada toptancılık caiz değildir.

Mesela bir kaymakam, asayiş toplantısında, emniyet müdüründen, ilçenin çingene mahallesine daha fazla sivil polis ekibi görevlendirilmesini istediğinde, kendisi de bir roman olan polis müdürü, kaymakama; “Siz ayrımcılık yapıyorsunuz, çingeneleri toptan suçluyorsunuz” diyemez. Zira burada bir suçlama ve cezalandırma yoktur. Suçlamak ya da cezalandırmak kaymakamın ve ona bağlı emniyet birimlerinin görevi değildir. Onun işi asayiş tedbirleri almaktır ve tedbir alırken genellemelerden yola çıkmak “işin gereği”dir.

Ama bir ceza davasında, hâkim, sanığın çingene olmasını mahkûmiyetine dayanak ya da açık ya da gizli destek yaparsa, hem sanığa ve hem de çingenelere zulmetmiş olur. “Onlar da Allah’ın bi kulu be yaav. Deel mi?”

(Bu soruya bizim Mustafa Dayı’nın çürük özlü sözünü naklederek cevap verelim: “Sen o gelecek olan elemana güven, çingene ama, o kadar iyi o kadar iyi ki, tanısan çingene demezsin!”)

Hatta biz bile bu iki örneklendirmeyle çingenelerin gıybetini etmiş ve onlara zulmetmiş olabiliriz. Affola.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*