Sheakspeare, Bana Beni Anlatıyor

“Artmasını isteriz en güzel varlıkların
Güzelliğin gül yüzü solmasın diye asla”

Diye başlar asırlara damgasını vurmuş ünlü şair Sheakspeare’in sonelerinin ilki. Hepimizin oradan buradan, öyle veya böyle duyduğu bir isim, değil mi? Ünlü İngiliz şair. Kime sorsanız bilir. Ben de kendisiyle, geçen sene aldığım İngiliz Dili ve Edebiyatı dersinde epey âlâkadar oldum. Yazdığı şiirleri, tiyatro oyunlarını inceledik sınıfça. Herkesin bir şiire, bir romana, bir tiyatroya bakış açısı farklıdır, her okuyan farklı anlamlar çıkartabilir, bu yüzden güzeldir bir roman okumak, bu yüzden güzeldir bir şiiri yorumlamak, tamamen size kalmıştır. Ben ise bu sene, bir edebî esere nasıl bakılması gerektiğini, asıl mânâsının nasıl anlaşılabileceğini -kendimce- çözmeye çalıştım, edebiyatla haşir neşir olarak ruhun nasıl naif olabileceğini öğrenmek istedim, bunu da sizlerle paylaşmak istedim.’

Eveet, bundan bilmem kaç yıl öncesinde, başka bir inanca ve ırka sahip bir adam, bakalım şiirlerinde nelere değinmiş.

“Kırk yılın kışı, güzel alnını kuşattı mı,
Kapladı mı yüzünü derin çukurlar artık,
Gençliğin kibirli, süslü giyim kuşamı
Beş para etmez olur, hırpani yırtık pırtık:
O zaman sorarlarsa güzelliğin nerdedir,
Dinç ve şen günlerinin hazinesi ne oldu;
Dersen yuvalarına çökmüş şu gözlerdedir,
Bencil utancıyla israfa övgüdür bu.
Kavuşur güzelliğin çılgınca alkışlara
‘Benim güzel çocuğum beni kurtarır’ dersen
‘Ve yüzümü ağartır ben yaşlandıktan sonra.’
Güzelliğin onda sürdüğünü göstersen!
O, sen yaşlandığında yeniler varlığını
Soğuktan donan kanın duyar ısındığını.”

 

Sheakspeare’in şiirlerindeki genel tema gençliğin ve güzelliğin geçiciliği, ölümün gün gibi bir gerçek olması, dünya hayatının bir sahne, yani bir oyun olduğuyla âlâkadardır. Hocamız bize bu şiirleri anlattıkça, Risale-i Nur’da geçen “Sizdeki gençlik katiyen gidecek” tarzı ifadeleri tefekkür etmeye başladım. Daha sonra düşündüm ki, neden yoldan geçen herkes bu adamı tanıyor, neden başkasının şiirleri değil de bu adamınkiler bu kadar etkileyici? Çünkü bu yapıtlar bize bir gerçeği vurguluyor. İnsanlık tarihinin başından beri var olan gerçekler. Zamanın geçmesi, insanların yaşlanması ve en nihayetinde ölmesi. Evet dedim, demek ki bir şair, dini, dili, inancı veya yaşadığı zaman dilimi her ne olursa olsun, her insanın muzdarip olduğu kavramlardan, gerçekliklerden söz ederse ve bunları içselleştirebilmişse o zaman çağını da aşmış demektir. Daha da ötesi, bir insanın kendi iç dünyasına baktığı zaman nasıl bazı gerçekleri görebileceğini, bunları gördükçe de nasıl Rabbini bulabileceğini anladım. Tabi bunları yazan şairler hakikate ulaşmışlar mıdır, Allah bilir. ‘Fakat ben okudukça evet dedim, “Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir” (Ankebut, 64).

Mesela başka bir sonesinde (15) Sheakspeare “fanilikten” söz eder. Kâinattaki her şeyin doğup, büyüyüp, gelişip nasıl da ölüme intikal ettiğinden bahseder. Tabiî bunu çok güzel ve etkileyici bir dille yapar. Gözümüzün önünde nasıl bir gerçeklik olduğunu, bir edebî yapıtta dahi karşımıza çıktığını fark ettim. Bir insanın bu hakikati fark ederek bile Rabbine nasıl kolay ulaşabileceğini anladım.

Başka bir örnek vermek istiyorum. Bir başka ünlü İngiliz şair Alexander Pope. Kendisi 18. yüzyılın en önemli şairlerinden. “İnsan Üzerine” adlı bir çalışması var. İnsanın nasıl bir varlık olduğundan bahsediyor. Kendisi çok dindar bir Hristiyan. Bakın ne söylemiş: “Know then thyself, presume not God to scan.” Yani diyor ki, kendi yerini bil, senin işin Rabbin işine karışmak değil. ‘Kabaca çevirisi bu. Çok şaşırıp hocama sormuştum, bu adamın dinî inancı neydi diye. Risale-i Nur’da bahsedilen bir temsil vardı hani, sırtına gereksiz yük almaya çalışan bir yolcu vardı gemide, beyhude kendini yoruyordu. Aynı o misal gibi bu adam da demiş ki, bir insanın işi Allah’ın işine karışmak değil, kendi işini halletmek. Kendi görevini üstlenmek, Allah’ın merhametinden ve sözünden dönmeyeceğinden emin olmak. Bu adam da insanın içine bakmış, insanın yaptığı beyhude çabaları görmüş, uyarmış. Senin yerin orası değil. Ve bu yüzden de çok başarılı bir şair olmuş, çünkü bu da yere veya zamana bakmadan bütün insanlığın yaptığı hatalardan biri değil mi? Hepimiz zaman zaman bu hataya düşüyoruz, -hâşâ- Allahın merhametini, şefkatini sorguluyoruz. Biraz iç dünyamıza bakarsak, bunu görebiliriz. Neyse, daha da etkileyici kısmına gelelim, şiirin devamında diyor ki:

“Sallanır durur orta yerde şaşkın, gitmekte ya da kalmakta
Melek mi yoksa bir canavar mı olduğunu sanmakta
Şaşkındır, şaşkın bedeni mi aklı mı var seçmekte
Ölmek için doğmuş, kullanır aklını sadece günah işlemekte
Ne farkı var sanki birbirinden, cahilliği de mantığı da
Ya çok az düşünür ya da çok fazla
Kördüğüm olmuş birbirine düşünce ve tutkunun hayâli
Söver kendi kendine, över kendi kendine
Yaratılmıştır yarı yükselmek, yarı düşmek için”

 

Renkli yazılan dizelere dikkat edelim, melek mi yoksa canavar mı? Bu kısım, dinlediğim ilk anda bana esfel-i safilin ve Ahsen-i takvim meselesini hatırlattı. Evet, resmen Kur’ân-ı Kerîm’in bize anlattığı insan profilini anlamış bu adam. Düşünmüş ve fark etmiş. Ne ilginç dedim. “Akletmezler mi?” ayetlerinin niçin bu kadar tekrar edildiğini daha iyi anladım. Demek insan yalnızca “insan”ın nasıl bir varlık olduğu üzerine düşünse bile Rabbini bulabilir, hayret ettim. Devamında düşünce ve tutkunun yani akıl ve hissiyatın sebebiyet verdiği bir karmaşıklıktan bahsediyor. İnsanın asıl amacı değil mi bu? Aklı da duyguları da hadd-i vasatta kullanmak, imtihanlarımızın çoğu gelmiyor mu, bunların kontrolünde ölçümüzü kaçırmaktan? Tekrar hayret ettim.’

‘Hayret ettin etmesine de eee nolmuş?’ demenizi duyuyor gibiyim. ‘Velhasıl-ı kelâm, bahsettiğim iki yazar da farklı dönemlerde yaşamış, belki farklı zihniyetlerden etkilenmişler, fakat eserlerinde dönemin ideolojilerini yansıtmaktan çok, daimi olan bir şeye, insanın iç yüzüne vurgu yapmışlar. Bu durum, hem bu eserlerin günümüze kadar hâlâ aynı zevkle okunmasına ve her kim olursa olsun okuduğunda “evet, aynı ben” demesine sebep olmuş, hem de bilerek veya bilmeyerek bizlerin tekrar tekrar tefekkür etmesini sağlamış. Böyle olunca edebî eserlere, şiirlere ilgim daha da arttı, evet dedim, zaman veya mekân fark etmeden biz insanlar benzer yollardan geçiyoruz, bunların farkına varabilmek asıl bizi insan yapacak olan şey… Sonra bakış açısının bizi ne kadar değiştirebileceğini anladım. Said Nursî’nin yanına gelip eğitim sisteminden yakınan talebelere, siz hocalarınızı değil anlatılanları dinleyin, onlar size Allah’ı anlatacaktır, demesini anladım. Sırf bilimsel dersler değil, insanın iç yüzüne baktığı sürece, hangi amaçla yazılırsa yazılsın, edebî eserler de bize Allah’ı tanıtabilirmiş, bunu öğrendim.

Kendimizi daha iyi anlayıp, insan-ı kâmil mertebesine ulaşabilmek duasıyla…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*