Adalet-1

“Hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakk’ın İsm-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.” (Sözler)

Matematik Dünyası’nda: Matematik ile uğraşmanın içsel güzelliği yanında bizlere öğrettiği önemli şeyler var. Bunlar: Ayrıntılara hassasiyet göstermek, aynı probleme değişik bakış açılarıyla yaklaşmak, sezgisel çıkarımlarımızın yanlış olabileceği, çoğunluğun bir konuda pekâlâ yanılabileceği bilgileri vb. Kısacası, matematik yapısı itibarı ile bizlere zihinsel anlamda “haddimizi bildiren” bir uğraş.

Buradan şöyle “tartışmaya açık” bir soru soruyor: Acaba matematiksel düşünce uğraşı, ön yargının, adaletsizliğin panzehiri olabilir mi? (Matematik Dünyası dergisi, sayı:104)

“Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekir, dinde en sağlam olanı Ömer, en hayâlısı Osman, en iyi hüküm vereni ise Ali’dir” (İbn-i Asakır, Ebû Ya’la) diyor Efendimiz (asm) ki, bunların toplamı adaleti ifade ediyor. Müslüman’ın “adalet teorisi” bu esaslar üzerinde pratiği üretebilir.

Hasan Ruhani’den doğru bir söz: Yalan merdiveniyle adalet çatısına çıkılmaz. (Ittılaat)

“İman, sana zarar verdiği hâlde doğruluğu yarar sağlayan yalana tercih etmen; sözünde amelinden daha fazlasının olmaması ve başkasından söz ederken Allah’tan sakınmandır” (Hz. Ali, Nehcü’l Belağa) sözü de böyle bir anlamı ifade etse gerek. Bediüzzaman da, “bize lâzım olan doğruluk” demişti. Din doğruluktur. Doğruluğun iki yüzü vardır. Bir yüzü ki, Hadis olarak zikredilen bir söz de şöyledir: “İnsaf dinin yarısıdır.”

İnsaf yarım demektir. Her şeyin olduğu gibi diğer yarısı yani diğer yüz de vardır; o da haktır. Biri mülk halka bakar, diğeri melekût hakikate bakar, Hakk’a yönelik çok yüzlüdür. Birlikte adalet olur Adl’e müteveccihtir.

Buradaki insafın aynı zamanda saf aklın bir parçası olduğunu düşünmek gerekir. O hâlde matematiksel düşünce de saf aklın bir unsuru neden olmasın?

Matematiğin evrenselliği adaletin ve ‘hak’ların evrenselliği ile pekâlâ uyumludur, denebilir. Hz. Ali’ye sorduklarında, “Hak, yer yüzeyinden daha geniştir” diyor. (Münebbihat)

Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslâm İlmihali’nde insaf şöyle açıklanıyor: “Adalet dairesinde hareket ve hakikati itiraf etmektir. İnsaf ciddi ve seciyeli bir insanın nişanesidir. Bunun mukabili zulümdür, gadirdir, hakkı inkârdır. Bir hadis-i şerifte: ‘İnsaf, dinin yarısıdır’ buyrulmuştur. Çünkü hakikî bir din, itiraf edilmesi lâzım gelen (itiraf doğru tarif tam tarif tam doğru mu demek?) sabit şeyler ile yapılması icap eden faideli şeylerin bir mecmuasıdır. Munsıf olan bir kimse ise dinin yarısını teşkil eden o sabit şeyleri her hâlde itiraf eder. Bu cihetle kendisindeki insaf, dinin adeta yarısı bulunmuş olur.”

Akıl ile haklar arasında, karşılıklı birbirine dönük olarak çevrilmesi ile insan ilişkileri de belirleniyor. Burada çelişkiler üzerinde de durmak gerekir. Carlo Rovelli, çelişki, bazen her iki kuramın (meselâ rölativite ile kuantum) bir biçimde işlemesinde yatar, diyor. Örnek olarak bilindik bir hikâyeyi anlatıyor. Malûm aralarında anlaşmazlığa düşen iki kişi Nasreddin Hoca’ya gelir. Hoca birincisini dinler, ‘haklısın’ der; diğeri de derdini anlatır, ona da ‘haklısın’ der. Bu duruma şahit olan karısı; ‘İkisi de aynı anda haklı olamaz ki’, dediğinde Hoca bu kez ‘hanım, sen de haklısın’ der. Rovelli de bu hikâyeyi hatırlatıyor, tek farkla, Nasreddin Hoca’nın yerine ‘Haham’ı koyarak. O da haklı…

Bediüzzaman “hak sadece senin değil” derken, biraz Hoca’ya da (ya da Haham’a) hak veriyor gibi… Ona göre buradaki problem şöyle çözülebilir:

“Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit; ‘Mesleğim haktır veya daha güzeldir’ demeye hakkın var. Fakat ‘Yalnız hak benim mesleğimdir’ demeye hakkın yoktur.” (Mektubat) 

“Sırf adalet gaddardır” der Halikarnas Balıkçısı, Turgut Reis’inde. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”unda da şöyle bir konuşma geçer:

“—Ben ütopyadan bahsetmiyorum… Fakat bakir türküler istiyorum. Dünyayı yeni gözle görmek istiyorum. Bunu sade Türkiye için istemiyorum, Dünya için istiyorum. Yeni doğan insanın teganni edilmesini istiyorum.

—Adalet istiyorsun, hak istiyorsun!”

Zülfü Livaneli ise “Huzursuzluk” romanında merhamet değil adalet istiyor; “Merhamet zulmün merhemi olamaz” diyor. Hâlbuki merhamet insafın “his” hâli olsa gerektir. Fernando Pessoa da “Huzursuzluğun Kitabı”nda:

“Hissettiklerimi yazıyorsam, hissetmenin ateşini azaltmak için başka çare olmadığından…” diyor. Bir de önerisi var Pessoa’nın: “Izdırap molası”…

Amerikalı siyaset felsefecisi John Rawls’ın “Adalet Teorisi” isimli kitabında yazan, “Nasıl ki doğruluk bilimin temel referansı ise, adalet de toplumsal kurumların birinci erdemi veya meziyetidir” ifadesi… İnsan ilişkileri ve karar mekanizmaları böylece belirlenebiliyor. Burada da seçimler ortaya çıkıyor. İnsan için adalet teorisi ile adalet pratikleri arasındaki yarık artıp eksilerek akıl, vicdan, fayda, karar mekanizmaları da şekil değiştirip ömür çizgisi dalgalı bir eğri oluşturuyor. Seçimlerden müteşekkil bir resim. Bir örnek…

Şöyle bir şey var:

Durdurma şansınız olmayan bir tramvayın yolu üzerindeki beş kişiyi öldürmek üzere olduğunu düşünün. Yapabileceğiniz tek şey önünüzdeki kolu çekmek. Bu durumda tramvay makasta diğer hatta geçecek ve oradaki tek kişiyi öldürecek. Kolu çeker miydiniz?

1967 yılında Philippa Foot adlı filozofun kurguladığı bir etik ikilemdir. Oldukça meşhurdur, çünkü bizi iyiyi seçmenin olmadığı zamanları düşünmeye zorluyor. En iyi sonucu olan davranışı mı seçeriz, yoksa birinin ölümüne sebep olmayı engelleyen ahlâkî değere mi bağlı kalırız?

Bir araştırmada deneklerin %90’ı beş kişiyi kurtarmak için bir kişinin ölmesine müsaade ederek düğmeyi çevirmeyi seçmiştir. Bu ikilemin sanal gerçeklik simülasyonu olan diğer araştırmalarda da benzer sonuçlara ulaşılmıştır. Bu görüşler ahlâken doğru olan davranışın, iyi olmayı azamî sayıda insan için maksimuma çıkarmasını savunan faydacılık felsefesinin prensibiyle tutarlıdır. Beş kişinin hayatı bir kişinin hayatına ağır basar, bu sonuca ulaşmak için bir kişiyi öldürmeyi gerektirse bile…

Fakat insanlar her zaman faydacı görüşü seçmez. Bunu tramvay problemini biraz değiştirerek görebiliriz. Bu sefer rayların üstünde bir köprüde duruyorsunuz. Tramvay gittikçe yaklaşıyor. İkinci bir ray yok. Ama köprünün üzerinde yanınızda çok şişman bir adam var. Eğer onu iterseniz vücudu beş kişinin hayatını kurtaracak. Tramvayı durduracak, ama kendisi ölecek. Faydacılara göre karar tamamen aynıdır; beş kişiyi kurtarmak için bir kişiyi feda etmek. Fakat bu vakada insanların sadece %10’u kadarı adamı rayların üzerine atmayı kabul ediyor. İçgüdülerimiz birinin ölümüne kasten sebep olmanın, ikincil zarar olarak ölmesine müsaade etmekten farklı olduğunu söyler. Açıklaması zor olan bazı sebeplerden ötürü yanlış gelir.

Etik ve psikoloji arasındaki bu kesişim tramvay problemini ilginç kılan şeydir. Birçok varyasyonu olan ikilem, doğru ya da yanlış olduğunu düşündüğümüz şeyin artı ve eksilerin mantıksal tutumundan başka etkenlere bağlı olduğunu gösteriyor. Örneğin; erkeklerin adamı köprüden atmayı kabul etmesi kadınlardan daha olasıdır. Düşme deneyinden önce komik video seyreden insanların da…

Bir sanal gerçeklik araştırmasında insanlar kadınlardan çok erkekleri kurban etmeyi istiyordu. Araştırmalar klasik ve köprü versiyonlarını düşünen insanların beyinsel faaliyetlerini incelemiştir. İki senaryo beynin bilinçli karar verme ve duygusal tepkilerini kapsayan alanlarını harekete geçirir. Ancak köprü versiyonunda duygusal tepki daha fazladır. Beynin bir kısmının faaliyeti de iç çatışmayı işlemden geçirmek ile ilişkilidir. Fark eden ne? Bir açıklama şöyle; birilerini ölüme itmek, başka birini öldürmeye duygusal bir isteksizlik uyandırarak daha kişisel gibi gelir, ancak yine de mantıklı olanın o olduğunu bildiğimiz için çelişkiye düşeriz. Tramvay problemi bazı felsefeci ve psikologlar tarafından eleştirilmiştir. Temel dayanağı o kadar gerçek dışıdır ki, deneye katılanlar bunu ciddiye almaz. Dolayısıyla hiçbir şeyi açığa çıkarmadığını savunurlar. Fakat yeni teknoloji bu tür etik analizleri hiç olmadığı kadar önemli hâle getiriyor. Mesela sürücüsüz arabalar daha büyük bir kazayı engellemek için küçük bir kazaya neden olmak gibi seçenekleri kullanmak zorunda kalabilir. Bu arada hükümetler, daha yüksek değerli hedefleri vurmak için, sivil kayıpları riske atıp atmadığına karar vererek harekete geçebilen insansız askerî uçakları inceliyor. Bu eylemlerin etik olmasını istiyorsak, özellikle insan hayatına değer verme ve çoğunluğun iyiliğine hüküm verme şeklinde karar vermek zorundayız. Otomatik sistemleri inceleyen araştırmacılar makinelerin programlama etiğinin karmaşık problemlerine göndermede bulunan felsefelerle iş birliği yapıyor. Bu ise, varsayımsal ikilemlerin bile gerçek dünya ile çarpışmasına son verebileceğini gösteriyor.

Eşit risk taşıyan birinci durumda insanlar çoğunlukla birini feda edebilmeyi doğru bulabiliyor; çünkü o tek kişi de diğer beş kişinin öldüğü riske yakın bir risk halindedir. O da diğerleri gibi raylar üzerindedir. Tramvayın normal seyrini hesaba kattığını düşünürsek şüphesiz tek kişinin seçtiği yol riski düşürmüş denebilir, ancak halen risk taşınır. İkinci durumda ise köprünün üzerinde neredeyse hiç risk taşımayan kişi ise bu hâlde, tamamen risk taşıyan 5 kişinin bu durumu sebebiyle kurban edilme durumuna düşüyor. Eğer bu kişi feda edilirse tek kişi olmasının yanı sıra diğer kişilerin tamamen riski taşımalarına rağmen sadece sayıca fazla olmaları kurtulmaları için haklılık kazandırabiliyor. Neticede her iki durumda tek kişi sadece sayısal bir bakışla riski üstlenmek durumunda kalıyor. Bu hâlde adaletin teorisi (adalet-i mahza) iki hâlde de terk ediliyor.

Bediüzzaman’ın verdiği örnek, olaya iki yerden bakarak inceliyor. Bir insanın kendinden, bir de insanların üzerinden:

“Nasıl ki sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın, ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semavata işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ bir tek masum, dokuz câni olsa; yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.” (Mektubat) 

Aynı durum, bizi dışarıda tutarak tekrar değerlendirilse:

“Bir hanede veya bir gemide bir tek masum, on câni bulunsa adalet-i Kur’anîye o masumun hakkına zarar vermemek için o haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını men’ettiği hâlde, dokuz masumu bir tek câni yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir olduğundan; dâhilî asayişi ihlâl suretinde yüzde on câni yüzünden doksan masumu tehlike ve zararlara sokmak, adalet-i İlahîye ve hakikat-i Kur’anîye ile şiddetle men’edildiği için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur’anî itibariyle, asayişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.” (Emirdağ-2)

Bediüzzaman her iki durumda adalet teorisine ulaşıyor. Çünkü İslam’ın özü, esası adaletin teorisidir (adalet-i mahza), istisnası adaletin pratik aşırılık veya eksiklikleridir (adalet-i izafi). Çünkü İslâm teorisi ile pratiği bitişik, ayrılık içermez. Adalet için de bu böyledir.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*