Su

Su. Su. Su… İnsanın susayınca “su” diyerek susuzluğunu giderebilmesi mümkün mü! Bilemiyorum da, “su” deyince insan serinliyor. İçmek… “Su gibi içti” deriz. Hayatı su gibi içmek, dersleri su gibi içmek, kitabı su gibi içmek, gökyüzünü su gibi içmek… Sevdiğiniz birinin gözlerini su gibi içmek…

Su… Allah kimseyi susuz komasın. Çöl ve su… Su ve ağaç… Hani yollarda yeşillikler görürsünüz. Şöyle bir bakın, akarsuyun yanında sıralanmış ağaçlar… “Su sesi ve kanat şakırtısından/ Billur bir avize Bursa’da zaman…” diyor, Tanpınar, “Bursa’da Zaman” şiirinde. Binalar su seslerini kıstı, kesti. Su yollarını kapattık. Biliyor musunuz, İstanbul’da sular bu inşaatlara kurban gitmiş. Ve her köşe başında bir çeşme vardı. Osmanlı’dan kalma çeşmelerin çoğunun akmadığını görünce, orada bir çöl yerine düşmüş gibi oluyorum. ‘Düş-müş’ gibi oluyorum. Yorgun musunuz, su sesi dinleyin. Suları içime akıtmak istiyorum. Şöyle bir deniz kenarında uzun uzun durduğunuz olmuştur; değil mi? Bir ırmağın kenarında… Evet, bir çoban çeşmesini ziyaret ettiğiniz olmuştur. Olmamışsa bile, bir çoban çeşmesi görmeyen yoktur herhalde. Faruk Nafiz Çamlıbel’in de Çoban Çeşmesi şiirini hatırladım: “Beyhûde dolanır, beyhude çağlar/ Bir sağa, bir sola çoban çeşmesi…” diyor. Artık çoban çeşmelerini, suların keyfini, suların lezzetini, suların berraklığını bir yerlerde unuttuk.

Osmanlı su medeniyeti… Su ‘vazgeçilmezimiz’lerden… Su üzerine yazı yazılmaz ya… Suyun hafızası yoktur, derler. Suyun üzerine yazılan yazılar hemen silinir ya! Suyun hafızası var mıdır, yok mudur? Su aslında yazdığınız yazıları hemen sır’lıyor. Bu yüzden hafızası yok zannediyoruz. Su hafızalı… Su bizi aklıyor. Evet, suyu (su gibi) konuşmak gerekir. Yani suyun serinliğinden ayrılmamak gerekir. İnsanın yüzde yetmişi su, derler. Şuram ağrıyor, buram ağrıyor diyenlere ilk sorduğum: “Su içiyor musun?” Su rahatlıktır. Hemen doktora koşacağımıza; biraz sulara koşsak… Günde beş vakit davet var. Âb, su; dest, el demek… Abdest, el suyu… Evet, elimize su değer değmez ne kadar rahatlıyoruz. Su sesi… Su serinliği… Suyun o aynalı şeffaflığı… Çoğalırsa mavileşiyor. Neden mavileşiyor? Gökyüzüne benziyor. Evet, gökyüzüyle göz kırpışıyor. Denizler bu yüzden mavi değil mi? Eee gri bulutlar varsa deniz de grileşiyor. Deniz ve gök kardeş… Renkleşiyor, renkteşleşiyor. Sudan uzak kalmayın. Su serinlik, su güzellik, su hafiflik, su berraklık…

Bursa denince aklıma ilk gelen Ulu Cami… Ortasında şırıl şırıl şadırvan… Yeşil Bursa… Tabii şu an orası da ne kadar yeşil kaldıysa… Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı Ulu Cami… Cami-i Kebîr diğer adıyla. Hemen her şehirde var bu ulu camiler. İstanbul’un ulu camisi hangisi acaba? Süleymaniye mi, Sultan Ahmet mi?! Dur bir düşüneyim. İkisi de suyun yakınında… Biri Haliç’e bakar, biri bir tarafından Sarayburnu’na… Yani ikisi de boğaza bakar da… Biri Boğaz’ın sularına yakın biri Haliç’e… Oralara özellikle kondurulmuş. Süleymaniye, Sultan Ahmet ve nicedir açılmayı bekleyen Ayasofya…

Su… Su kenarları… Sanki insan dünya cennetinde hissediyor kendisini, bu su serinliği yerlerde. Ve yıllar önce Bursa’daydım, yaz olmalıydı. Ulu Cami’de almış olduğum abdesti unutamıyorum. Caminin içindeki o şadırvanda… Havuz da var. Şırıl şırıl… O suyun akışını özlemişim; konuşurken hatırladım tekrar. Ara ara gitmek lâzım Bursa’ya. Ve kana kana içmiştim o sudan. Şimdi gözümün önünde… Pırıl pırıl… Mermer, su… Ezanla, kametle, Fatiha’larla yıkanan sular… Ne kadar yakışıyor birbirlerine. Bir de güvercinler… Caminin içinde güvercin hatırladığım kadarıyla yok… Bazı camilerin içlerine giriyorlar gerçi. Bakıyorsunuz bir kanat sesi… Yine Tanpınar’a kulak verelim: “Bursa’da bir eski cami avlusu/ Küçük şadırvanda şakırdayan su…” Acaba o mu, küçük şadırvanda şakırdayan su dediği? “Orhan zamanından kalma bir duvar/ Onunla bir yaşta ihtiyar çınar/ Eliyor dört yana sakin bir günü/ Bir rüyadan arta kalmanın hüznü İçinde gülüyor bana derinden/ Sanki bir musikî serinliğinden/ Ovanın yeşili göğün mavisi…” diye devam ediyor. Ve o: “Su sesi ve kanat şakırtısından/ Billur bir avize Bursa’da zaman…” Öf be! Bursa’da zaman, billur bir avizeye benzetiliyor. Billur. Rahmetli anneannem bardağa billur derdi. Billurdan su içmek… Evet, billur deyince anneannemi hatırlıyorum. Billur bir avize, pırıl pırıl bir avize… Ne? Bursa’da zaman… Su akar, zaman akar ve o akış nasıl da insanı kendisine çeker! Su çeker. Zaten zamanın hep içindeyiz. Ve zaman su gibi akar. Zaman su gibi akar ve biz suların olduğu yerlerde medeniyetler kurmuşuz. Ve bir damla sudan dünyadayız. Bir damla sudan yaratılmışız. Suuu! Susadıkça insanın “su” diyesi geliyor. Terledikçe suyu hatırlarız. Çöllerde suyu hatırlarız. Suyu hayatımızdan çıkardık gibi… Sadece bir ihtiyaç olarak görüyoruz. Suyun bir estetik olduğunu, suyun bizimle konuştuğunu ve suyu seyretmenin serinliğini, lezzetini unutuyoruz nedense.

Eskiler su gibi aziz ol, derdi; bir bardak su verince. Elhamdülillah ile beraber su getirene azizlik rütbesi takılırdı. Demek ki su aziz… Ve “Aziz İstanbul” diyor Yahya Kemal İstanbul’a. İstanbul suyun selamladığı bir şehir… İstanbul’da suyu selamlarız. Evet, İstanbul iki yakada. Suyun bir yakası ve öteki yakası. Bir yakası Avrupa, bir yakası Asya. Evet, su iki yakanın ortasından akar, iki yakamızı bir araya getirerek. Sular bize köprü olmayı anlatır. Sular bize şeffaflığı, yalansızlığı anlatır. Su gibi aziz olun. Atalarımız suyu içimize akıtmış. Su akarken testiyi doldurmalı, demiş. Su akarken, yani zamanla akarken… Su aktığı yere akar. Yani gerçekleri değiştiremezsiniz. Su ve gerçeklik. Su ve hakikat ne kadar böyle kol kola. Suyu çekin hayatınızdan, kupkuru kalırsınız, çöl olursunuz, ölürsünüz. Susuz gül düşünebilir misiniz! Ne diyor Fuzul: “Onun gibi gül yetiştiremeyeceğine göre ey bağban, boş yere güllere su verme.” Yani o Gül, ebedî sudan içmiş ve bize ebedîyetin yolunu açmış. Su bulununca teyemmüm bozulur. Evet: “Su geldi; teyemmüm bozuldu” denir. Su içene yılan bile dokunmaz. İşte suyun bir başka azizliği… Su böyle bir şey… Su içene saygı duyulur gerçekten, değil mi! Çay içene, kahve içene belki bir şeyler hâlâ söylemeye çalışırsınız da fakat su içerken birisi, susar beklersiniz bir yerde. Su-sar beklersiniz. Su küçüğün, sofra büyüğün derler. Çocuklar daha bir sabırsızdır. Ekmeği daha çok beklersiniz de suyu daha çok bekleyemezsiniz. O sıcak yaz günlerinde iftarı beklerken elimize su alıp, suya sarınıp, suya sarılıp suyun o buğusunu seyrede seyrede…

Su testisi su yolunda kırılır. Ne güzel şeyler söylenmiş. Hangi yoldaysan o yolda ölürsün. “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz”, var ya… Evet, güzel yola koyulalım, o yolda ölelim. Nasıl olsa öleceğiz. Su uyur, düşman uyumaz. Su uyur mu? Uyumaz. Ola ki su uyudu; sen yine tedbirli ol, diyor. Evet, sular uyusa da önce insanın nefsi, kendi iç düşmanı uyumaz. Öteki düşmanın bir türlü hakkından gelirsiniz de kendi içinizin ,o olur olmaz heveslerinizin hakkından kolay kolay gelemiyorsunuz. Evet, suları israf etmeyelim. Suları “su gibi” kullanalım. “Su gibi bir hayatımız olsun.

Giderken beni susuz bırakma; giderken beni karanlığa terk etme; o cümleyi söyle: Allah’a ısmarladık…

 

(Hafta içi her gün saat 16.30’da, tekrarı 21.00’da İstanbul Bizim Radyo’da yayınlanan “Keyfince Lügât” programından deşifre edilmiştir.)

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*