Üretiversen Ya!

İnsan bir şeyler üretmeli. Daha ucuza daha iyisi satılsa da elbisesini kendi dikmeli mesela. Ya da dışarıda daha lezzetlisi satılsa da kendi kekini kendi pişirmeli. Çayını kâğıt bardakta içmek yerine termosunda taşımalı. Dijital baskı tabloyu odasına asmak yerine, bir kâğıda bir şeyler karalayıp yazmalı ve onu asmalı belki de. Ne bileyim efendim, sehpasını kendisi yapmalı, günler boyu zımparalamalı. İnsan, hep okumak yerine bazen de yazmalı. Tavsiye almak yerine uzun uzun düşünmeli doğruyu-yanlışı. Spotify’dan müzik açmak yerine bildiği şarkıyı, türküyü çağırmalı; e bilmiyorsa da biraz uydurmalı.

İnsan bazen, Google Translate kullanmak yerine yeni bir dil öğrenmeli, beceremiyorsa da denemeli hiç olmazsa. İlk defa gideceği yere sora sora gitmeli, kaybola kaybola, navigasyonun çizdiği rotadansa; kendi rotasını kendisi çizmeli. İnsan bazen kötü de olsa, eksik de olsa, çok zaman da alsa “ha gayret” demeli kendisine ve bir şeyler üretmeli.

Peki, her şeyin daha iyisi(!), daha güzeli(!), daha kusursuzu(!), hem de markalısı (1) birileri tarafından seri seri üretilip diğerleri tarafından kapış kapış satın alınırken insan neden bu zahmete girmeli?

Ben dikiş dikiyorum mesela. Pardon lafımı geri alıyorum, dikiş dikmeye çabalıyorum. Neden? Çünkü birbirinin aynısı modeller arasından seçim yapmak istemiyorum. Çünkü o fiyata o elbiseyi, Şam’da pikan cevizi kadar münasebetsiz buluyorum. Çünkü kendi diktiğimi giyince çok mutlu hissediyorum. Dahası dikiş dikerken “öğreniyorum”. Yalnızca nasıl daha iyi, daha düzgün dikeceğimi değil, nasıl sabredeceğimi, işler hesapladığım şekilde gitmeyince dezavantajları nasıl avantaja çevirebileceğimi ya da avantaja çeviremediğimde olduğu gibi kabul edip diretmemeyi, kafam dalgın olup tümden afalladığımda sökmeyi ve dinlendiğimde tekrar işe koyulmayı öğreniyorum. Hele o sökme kısmı yok mu, koca bir kenarı dikersin, bir de bakarsın ki yanlış olmuş. Ya sökeceksin ya da o ana kadar verdiğin emeği göz ardı edip bir kenara atacaksın elindekini. Sökmek, basit bir eylem değildir artık. Sökmek; geri adım atmak, özür dilemek, hatanı kabul edip kendi gözüne gözüne sokarak, egonun üstüne basıp geçmektir artık.

Bazen durup düşünüyorum. İçimdeki komşu teyzeyi uyandırıveriyorum farkında olmadan: “Sabahtan beri şunun başında oturup durusun, ne diktiğin diktik, ne kestiğin kestik. Maazalarda dağa güzelleri vağ.” Bazen de bilgiç yanım uyanıveriyor: “Bunun başında oturduğun sürede kaç sayfa kitap okurdun.” Haklılar mı? Belki biraz.

Ama haksız oldukları nokta şu, ben dikiş dikmesem, o saatleri o kusurlu elbise için vermesem; kendimle mücadele etmeyeceğim. Bir kere dikiş diktiğim için gözüm gelişiyor, gidip giyeceğimi mağazadan alsam bile kalite-fiyat karşılaştırması yapabiliyorum. Dahası elbiseyi yüzde bilmem kaç daha ucuza mal ediyorum (5 liralık parça kumaştan falan, siz düşünün). Ayrıca kol genişliğinden tut, alt ipinin rengine kadar ben ya da imkânlarım karar veriyor. Sonuç olarak diktiğim şey en kötü hâliyle bile, büyük oranda beni yansıtıyor. Bunları maddî faydaların altına sıraladım, ama daha büyük manevî kazanımlarım var benim.

Dikiş yaparken kendi kişiliğimle tanışıyorum, kendimle karşılaşıyorum ve kendime şaşırıyorum. ‘Ben bu kadar sinirli birisi miymişim’, diyorum mesela. Hem uzun uzun tefekkür ediyorum, bazen de etrafımdakilerle sohbet ediyorum. Konuşmaya ve düşünmeye hazır bir moda geçiyorum ister istemez. Aklımı çalıştırıyorum, ‘bak geçen sefer az dikiş payı bırakmıştın çabucak söküldü, bu sefer daha içten dik’, diyorum. Hatalarımdan öğreniyorum. Hatalarımdan öğrenmeyi öğreniyorum. Teslim tarihleri yokken kendi kendime zaman tanzimi yapıyorum. ‘Bugünlük bu kadar yeter, yarın da bir saat ayırsam biter’, diyorum. E ayrıca ölü zamanlarım, dirilip geri geliyor. Çok çok lüzumsuz yere harcayacağım zamanları değerlendiriyorum. Hayâlimdeki elbiseye benzemeyen ya da üstümde zihnimdeki gibi durmayan, elimdeki, diktiğim elbiseye kanaat etmeyi, yapabildiğim kadarına şükretmeyi öğreniyorum. Fıtratıma koyulmuş olan bir istidadın çalışmakla, faaliyetle, zamanla, ilmek ilmek kemâline ulaşmasına tanık oluyorum. Tabi ayrıca, sürekli sürekli şikâyet ettiğim kapitalizme en güçlüsünden bir tekme savuruyorum, böylece “Konuştuklarımız hep lafta kalıyor” vicdan azabından da kurtuluyorum.

Son olarak, yapmak istediğim, hayâlini kurduğum, ama gözümde büyüttüğüm için asla teşebbüs etmediğim başka işler için güç, şevk ve neşe kazanıyorum, çok mutlu oluyorum son dikişimi attığımda. ‘Bunu yaptıysam, şunu da yapabilirim, önemli olan vazgeçmemek’, diyorum kendi kendime. Bu güllü dallı elbiseyi diktiysem, ahlarım oflarım, ama Arapça da öğrenebilirim, senede 50 kitap da okuyabilirim, çok istediğim, ama altından kalkamayacağımı düşünüp korktuğum “onyüzbin milyon” işe girişebilirim diyorum.

Kısacası efendim, insan bir şeyler üretmeli. Hem de küçük, basit, sıradan ve belki de zaten satılan, ancak kendine ait olan.

 

(1) Marka ve moda üzerine bazı esaslı eleştirilere “İkonları Kırmak” adlı yazımızda yer vermiştik. Genç Yorum’un 2017 Haziran sayısına bakabilirsiniz.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*