Helâl yaşama alanları

İnsanlık bir arayış asrında. Fakat ne aradığını bilmeyen bir arayış bu, biraz da neyi aramak gerektiğinin bilinmediği. Arananın ne olduğu bilinmediğinden olsa gerek, çoğu zaman bulunup da ıskalanıyor gibi.

İnsan, içinde derin bir boşluk, üstünde büyük bir ağırlık hissediyor. İhtiyaç duyduğu şeyi bilememenin boşluğu ve bulamamanın ya da bulmaya çalışmamanın manevî ağırlığı günden güne gücünü, takatini tüketiyor. Bu manevî buhran, bir taun bir veba felâketi gibi yeryüzüne dağılıyor. Dini, dili, rengi ne olursa olsun, tüm insanlık bu rahatsızlığın içerisinde kıvranıyor. Manevî temelleri sarsmış olmanın getirdiği bu durum gittikçe daha da içinden çıkılmaz bir hâl almaya başlıyor. Bulunan hiçbir çare bu boşluğu doldurmuyor, bu ağır yükü hafifletmiyor. Bu arayış içerisinde hayatın sivri uçları arasında sürekli savrulup duruyor insan.

Kimileri gaflet ve sarhoşluk ile bu arayışı unutmaya çalışırken hedonizm bataklığına saplanıyor ve hayvanî lezzetleri peşinde koşarken daha ağır bir hastalık içine düşüyor. İçindeki boşluk dolmuyor, bilakis daha da derinleşiyor, bu da üzerindeki ağırlığı artırıp onu iyice insanî hissiyattan uzaklaştırmaya başlıyor. Kimileri de bu arayışta bir neticeye varamayınca ve gaflet ve sarhoşluk ile de kendini uyutamayınca düştüğü buhran neticesinde hayatına son vermeyi arzu ediyor. Bu hastalık yoğun olarak genç nüfusta görünmekle beraber, maneviyattan uzaklık nispetinde şiddetleniyor.

Maneviyata yakın olanlarımız bu hissiyattan ve hastalıklı hâlden mahfuz kalıyor ya da daha az etkileniyor. İnançsızlığı inanç olarak belirlemiş kesimde bu hastalık ve arayış hiç bitmiyor ve sürekli ruhlarına ızdırap veriyor, öte yandan İlahî bir dine inananlarımızda bu hastalık daha hafif kalıyor, çünkü hiç olmazsa dua ve ibadet ile bu arayışı ve ağırlığı hafifletebiliyoruz. Bu arayış ve hastalığın en az olduğu kesim ise şüphesiz muttakî Müslüman gençliği. Muttakî diye vurguluyoruz, çünkü İslâmiyet inancına sahip olup da ibadet etmeyen ve muktezası ile amel etmeyen gençlerimiz de bu manevî buhranı ziyadesi ile hissediyor ve onlar da dünyevî lezzetlerde çareyi arıyor, bir kısmı da günahlara müptela olup bir noktadan sonra inancını kaybedebiliyor.

Peki, nedir bu arayışımız ve nedir muttakî Müslüman gençliğini bu hastalık ve arayışın yükünden muhafaza eden sır? Nasıl kurtulur insan bu yükten, bu hastalığın çaresi nedir? Arayış denilen şey aslında şu üç sualde gizli “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?”

Evvela kendimizi arıyor, kendimizi tanımak istiyoruz, kim olduğumuzu, vazifelerimizi sorumluluklarımızı bilmek istiyoruz. Nereden geldiğimizi, bu vaziyete nasıl ve neden düştüğümüzü ve akıbetimizin ne olacağını anlamak istiyoruz. Malûmdur vazifesini yapmayan suçlu hisseder, vazifesini bilmediği için yapmayan ise daha suçlu hisseder, çünkü vazifenin ilk adımı vazifesini bilmektir. Vazifesini bilmeyen yapamaz ne de olsa. Bu vazifeyi bilmemek bizi hep arayış içerisinde tutuyor, oysa vazifemizi bilsek, isabet ettiğimiz, bulduğumuz anda rahatlayıp vazifemizi yapmanın huzuru ile dolacağız belki de. Tabiî bilinmeyen vazife bulunamaz da. İşte bu yüzden hep arıyoruz, hiç bulamıyoruz. Bu da içimizdeki boşluğu ve üstümüzdeki ağırlığı artırdıkça arttırıyor.

Muttakî Müslüman gençliğini bu hastalıklı hâlden muhafaza eden şey ise tabiî ki en başta iman hakikatleri ile bu üç sualin cevabını bulabilmiş olmaları, hususan biz Nur Talebesi olanlar, ancak Risale-i Nur’un yardımı ile kendimizi muhafaza edebiliyoruz. Bu hastalıklı ve haramlar ile zehirlenmiş olan manevî hava içerisinde helâl nefes alabileceğimiz yerlerde bulunuyoruz. Yalnız kalan insanlar bu hastalıktan muvakkaten kurtulsa bile devamlılığını muhafaza edemiyor. İnsan, bu helâl havayı soluyabileceği arkadaşları ve “helâl yaşama alanları” ile ancak bu devamlılığı sağlayabiliyor.

Peki, bu “helâl yaşama alanları”nı nerede buluruz? Öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’in okunduğu ve Müslümanların birbiri ile hemhal olabildiği her yer bu “helâl yaşama alanı” kapsamına girer, dolayısıyla uhuvvet, tesanüd ve ihlâs kokan menziller de “helâl yaşama alanları”dır. Evimizde Risale-i Nur Külliyatı’nın bulunduğu oda “helâl yaşama alanı”mızdır. Mahallemizde “Nur dershanelerinin” olduğu yerler “helâl yaşama alanı”mızdır. Manevî havanın sağlıklı solunamadığı, haramları işmam eden yerlerden bu “helâl yaşama alanları”na gitmek de bir nevi hicret sayılır. Yalnızlık ve kimsesizlikten, kardeşlerimiz ile kucaklaşacağımız menzillere gitmek hicrettir. Televizyondan, bilgisayardan, akıllı telefonlardan Kur’ân Hakikatleri’nin olduğu ortamlara gitmek, gözünü telefondan kitaba çevirmek hicrettir. Okuldan dershaneye dönmek hicrettir, çünkü bunların hepsi “helâl yaşama alanları”na kavuşmaktır. Manevî havanın zararlarından muhafaza olunmaya çalışmaktır.

Helâl havanın solunacağı bu “helâl yaşama alanları”nı hususan bu asırda çok iyi değerlendirmeliyiz. Manevî havanın ve bitmek bilmeyen arayışın içimizde oluşturduğu boşluk ve ağırlıktan kurtulmak, haram kokan atmosfer içerisinde nefes almak ve manevî hayatı helâl soluyarak muhafaza etmek için vaktimizin çoğunu “helâl yaşama alanları”nda harcamalıyız. Eğer bu “helâl yaşama alanları”ndan uzak kalır ve buradaki havayı yeterince soluyamazsak haram hevesler ve nefesler manevî hayatımızı zehirlendirip ruhumuzu yavaş ve acılı bir ölüme sürükleyecek ve ebedî hayatımızı kaybetmeyi netice verecektir.

Kıyas açık, ya dünyanın fanî birkaç saatini ebedî bir hayat için helâl yaşamakta harcayacağız ya da dünyanın fanî ve sıkıntılı hayatındaki haram nefesler için ebedî hayatımızı feda edeceğiz.

Kendimize soralım, âkıl olan hangisini tercih eder? Zehirli bir heves, ebedî bir nefese tercih edilir mi? Helâl yaşamakta harcanan bir kaç saate, zayi olmuş denir mi? Peki ya, haram yaşamakla geçen bir ömre hakikî ömür denir mi?

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*