Nurun kahraman şehidi*

“Ha­yat is­mi­ne lâ­yık bir ha­yat bah­şı­na ve­si­le­si­niz. O ha­ya­tı, ih­san ede­ne ve ve­si­le olan uğru­na if­na et­me­mek kâr-ı akıl değil­dir.”

Ha­fız Ali, Ri­sa­le-i Nur’u ta­nı­dık­tan son­ra Be­di­üz­za­man Sa­id Nur­sî’ye yaz­dığı bir mek­tup­ta, bu söz­ler­le ifa­de et­miş­ti onun ha­ya­tı üze­rin­de­ki te­si­ri­ni ve ge­rek­tiğin­de ha­ya­tı­nı fe­da et­me iş­ti­ya­kı­nı.

Bu ifa­de­ler, ilk ba­kış­ta bir ta­le­be­nin ho­ca­sı­na, mü­ri­din şey­hi­ne, ev­lâ­dın ba­ba­sı­na min­net his­le­ri­ni an­lat­mak için söylediği sı­ra­dan söz­ler gi­bi gö­rü­nü­yor­du. Fa­kat in­san id­ra­kin­de, sı­kı bir ha­yat düğü­mü­nün atıl­dığı in­ti­baı uyan­dı­ran cüm­le­le­re dik­kat edil­diği za­man, ke­li­me­le­rin mânâ de­rin­liği­ne has­bî bir ni­ya­zın giz­len­diği an­la­şı­lır­dı.

Nor­mal şart­lar­da, cez­be hâl­le­rin­de iken akıl­dan geç­se de ko­lay ko­lay di­le ge­ti­ri­le­me­ye­cek söz­ler­di bun­lar. Bil­has­sa sıra­dan in­san­la­rın böy­le de­rin mânâ­lar ih­ti­va eden ke­li­me­ler kul­lan­ma­la­rı pek müm­kün değil­di.

İh­lâs­la söy­len­diği tak­dir­de ba­zı ha­ya­tî mü­kel­le­fi­yet­ler ta­şı­ma­sı ih­ti­ma­li na­za­ra alın­dığın­da, böy­le bir di­lek­te bulunmak için yal­nız cez­be ve is­tiğrak hâl­le­ri­nin yet­me­ye­ceği, ma­ne­vî ce­sa­re­tin de ol­ma­sı ge­re­ke­ceği aşi­kâr­dı.

Ha­fız Ali’nin bu ifa­de­le­ri mek­tup­ta yaz­dığı­na gö­re cez­be­ye ge­le­rek söy­le­me­diği, mânâ­sı­nı bil­diği, ge­ti­re­ceği mükellefiyet­le­ri müd­rik ol­duğu ve muh­te­me­len uzun uzun dü­şün­dük­ten son­ra sa­mi­mi bir şe­kil­de kâğı­da dök­tüğü an­la­şı­lı­yor­du.

Za­ten böy­le­si­ne kal­bî ve has­bî bir du­a ile ru­hu ha­re­ke­te ge­çi­re­bil­mek de, icap et­tiği tak­dir­de fâ­nî ha­ya­tı, bâ­kî değerler uğru­na if­na ede­bil­mek de an­cak Ha­fız Ali gi­bi ha­ya­tın ma­hi­ye­ti­ni an­la­yan ehl-i kalp in­san­la­rın ya­pa­bi­le­ceği bir iş­ti.

O da onu yap­tı.

Ha­fız Ali Er­gün, 1898 yı­lın­da Is­par­ta’ya bağlı İs­lâm­köy’de dün­ya­ya gel­di. Müt­ta­kî bir mü’min olan ba­ba­sı Ömer Efen­di­’nin gay­re­ti ile da­ha mek­tep çağı­na gel­me­den elif­ba­yı öğre­nip Kur’ân’ı oku­ma­ya baş­la­dı.

Na­maz su­re­le­ri­nin çoğu­nu bir­kaç oku­yuş­ta ez­ber­le­yin­ce Kur’ân-ı Ke­rîm’i hıf­zet­me­ye ka­rar ver­di. Ba­ba­sı­nın teş­vi­ki ve köy­de­ki ba­zı ho­ca­la­rın da yar­dı­mı ile kı­sa za­man­da hıf­zı­nı bi­ti­rip ha­fız ol­du.

İlk za­man­lar kö­yün­de imam­lık ya­pıp ço­cuk­la­ra Kur’ân öğre­te­rek va­kit ge­çir­di. Kur’ân’ı oku­duk­ça mânâ­sı­nı an­la­ma ih­ti­ya­cı his­set­ti. Bu ih­ti­yaç za­man­la iş­ti­yak hâ­li­ni al­ma­sı­na rağmen, öğre­ne­bi­le­ceği bir ho­ca ve­ya ki­tap bulamadığından bir sü­re za­ma­nı­nı gün­lük meş­ga­le­ler iş­gal et­ti.

İçin­de­ki ilim aş­kı sön­me­ye yüz tut­tuğu sı­ra­lar­da duy­du Sa­id Nur­sî is­mi­ni. Ri­sa­le-i Nur’la­rı oku­yun­ca ken­di­ni ala­ma­dı ve iş­ti­yak­la yaz­ma­ya ko­yul­du. Eser­le­rin mü­el­li­fi­nin, ça­lış­ma­la­rı­nı tak­dir, hat­tı­nı teb­rik et­me­si üze­ri­ne de ri­sa­le­le­ri ya­zıp yay­ma­yı bir ha­yat he­de­fi hâ­li­ne ge­tir­di.

Baş­lan­gıç­ta ba­zı ta­le­be­le­ri­nin, ak­ra­ba­la­rı­nın ve ya­kın ar­ka­daş­la­rı­nın ka­tıl­dığı is­tin­sah ça­lış­ma­la­rı­na çok geç­me­den köy­lü­le­rin ek­se­ri­si iş­ti­rak edin­ce, İs­lâm­köy ve çev­re­si bir fab­ri­ka hü­vi­ye­ti­ne bü­rün­müş­çe­si­ne her ge­ce sa­bah­la­ra kadar ri­sa­le ya­zıl­dı.

Ha­fız Ali’nin Ri­sa­le-i Nur’­la meş­gu­li­ye­ti çok geç­me­den res­mî ma­kam­lar ta­ra­fın­dan öğre­ni­lin­ce sık sık evi­ne bas­kın­lar ya­pıl­dı. O da ki­tap­la­rı ve­ya ya­zı­lan ba­his­le­ri te­ne­ke ku­tu­la­ra ko­yup evin du­va­rı­nın içi­ne yer­leş­ti­re­rek mu­ha­fa­za etme­ye ça­lış­tı.

Ri­sa­le-i Nur’la­rı ya­zar­ken elin­den gel­diğin­ce diğer Nur kâ­tip­le­ri ile yar­dım­laş­ma­ya ça­lış­tı. On­la­rın gös­ter­dik­le­ri başarı­lar kar­şı­sın­da, âde­ta ken­di­si yap­mış gi­bi se­vin­di ve kar­deş­le­ri­nin me­zi­yet­le­ri ile if­ti­har et­ti.

Bu hu­sus­ta öy­le­si­ne sa­mi­mi idi ki, Be­di­üz­za­man “Kar­deş­le­ri­miz­den İs­lâm­köy­lü Ha­fız Ali Efen­di, ken­di­si­ne ra­kip olacak diğer bir kar­de­şi­mi­zin hak­kın­da gös­ter­diği hiss-i uhuv­ve­ti çok kıy­met­tar gör­düm ve si­ze be­yan edi­yo­rum.

“O zat ya­nı­ma gel­di, öte­ki­nin hat­tı, ken­di­si­nin hat­tın­dan da­ha iyi ol­duğu­nu söy­le­dim. O da­ha çok hiz­met eder dedim. Bak­tım ki; Ha­fız Ali, ke­mal-i sa­mi­mi­yet ve ih­lâs ile onun te­va­fu­ku ile if­ti­har et­ti, te­lez­züz ey­le­di. Hem Üstadı­nın na­zar-ı mu­hab­be­ti­ni cel­b et­tiği için mem­nun ol­du. Onun kal­bi­ne dik­kat et­tim, gös­te­riş değil sa­mi­mi olduğu­nu his­set­tim. Ce­nab-ı Hak­ka şük­ret­tim ki, kar­deş­le­rim için­de bu âlî his­si ta­şı­yan­lar var” (Bediüzzaman, Barla Lâhikası, s. 210) di­ye­rek onun ha­re­ke­ti­ni ör­nek gös­ter­di. Onu da “Nur Fab­ri­ka­sı Sa­hi­bi” sı­fa­tıy­la tal­tif et­ti.

Ha­fız Ali’nin, Nur­la­rı is­tin­sah ve in­ti­şar ça­lış­ma­la­rı Sa­id Nur­sî’nin ha­pis ve sür­gün yıl­la­rın­da da ay­nı hız­la de­vam et­ti. Yü­reği­ni has­ret his­le­ri sar­dığı za­man­lar­da ara­ya mu­hab­bet mek­tup­la­rı da gir­di.

Bu hâl, tâ vus­lat vak­ti­ne ka­dar da sür­dü. 1943 Ey­lül’ün­de De­niz­li Ha­pis­ha­ne­sin­de vu­ku bul­du vus­lat. O, bu şart­la­ra da ra­zıy­dı, ama Be­di­üz­za­man tek ba­şı­na kü­çük ve ba­sık bir hüc­re­ye hap­se­dil­diğin­den onun­la gö­rü­şüp ko­nuş­mak pek müm­kün ol­ma­dı.

Ha­fız Ali, te­nef­fü­se çık­tığı za­man onun hüc­re­si­nin du­va­rı­nın di­bi­ne git­ti ve ar­ka­daş­la­rın­dan fır­sat kal­dık­ça ku­lağı­nı du­va­ra da­ya­yıp Üs­ta­dı­nın zi­kir ses­le­ri­ni ve fı­sıl­tı hâ­lin­de­ki ders­le­ri­ni din­le­ye­rek has­ret his­le­ri­ni tes­kin et­me­ye ça­lış­tı.

Ha­pis­ha­ne­de ri­ya­ze­te gir­diği ve gün­de bir se­fer yap­tığı un çor­ba­sı ile ik­ti­fa et­tiği için ye­me, iç­me iş­le­riy­le faz­la meşgul ol­ma­dığın­dan, za­ma­nı­nın çoğu­nu o koğu­şun önün­de ge­çir­di.

Mah­kûm­la­rın ye­mek yap­ma der­di­ne düş­tüğü te­nef­füs­ler­den bi­rin­de yi­ne Sa­id Nur­sî’nin kal­dığı hüc­re­nin penceresinin kar­şı­sın­da otur­duğu sı­ra­da önü­ne bir kib­rit ku­tu­su düş­tü. He­ye­can­la doğrul­duğu an­da Üs­ta­dı­nın mütebes­sim si­ma­sı­nı kar­şı­sın­da bu­lun­ca âde­ta dün­ya­lar onun ol­du.

Ha­fız Ali uzun uzun Üs­ta­dı­nı sey­ret­mek is­ti­yor­du, ama onun işa­re­ti üze­ri­ne he­men önün­de­ki kib­rit ku­tu­su­nu al­dı ve gi­dip kuy­tu bir yer­de aç­tı. İçin­de ye­ni te­lif edil­mek­te olan bir ri­sa­le­ye ait ba­his­le­rin ol­duğu­nu gö­rün­ce diğer Nur Tale­be­le­ri­ne de gös­ter­di ve ilk fır­sat­ta çoğalt­tı­lar.

Bu ha­re­ket, De­niz­li Ha­pis­ha­ne­si’n­de­ki tağut çem­be­ri­ni kı­ra­rak atı­lan ilk hiz­met adı­mı ol­du. Çok geç­me­den onu baş­ka kib­rit ku­tu­la­rı, ga­ze­te kâğı­dı par­ça­la­rı, def­ter say­fa­la­rı ve ki­tap bö­lüm­le­ri ta­kip et­ti.

Bir sü­re son­ra, ya­zı­lan ba­his­le­ri oku­yan ba­zı mah­kûm­la­rın na­ma­za baş­la­ma­la­rı, ba­zı­la­rı­nın da Kur’ân oku­ma­yı öğren­mek is­te­me­le­ri, on­la­rın hiz­met şevk­le­ri­ni art­tır­mak­la kal­ma­dı, ça­lış­ma şart­la­rı­nı da ko­lay­laş­tır­dı.

Bil­has­sa Genç­lik Reh­be­ri’ni oku­yan mah­pus­la­rın, “Bi­ze ahi­re­ti­mi­zi de tam bil­dir, tâ nef­si­miz ve za­ma­nın şey­tan­la­rı bi­zi yol­dan çı­ka­ra­ma­sın, da­ha böy­le ha­pis­le­re sok­ma­sın” di­ye­rek Sa­id Nur­sî’den yar­dım is­te­me­le­ri üze­ri­ne bir Cuma gü­nü Mey­ve Ri­sa­le­si’nin te­lif edil­me­si, ha­pis­ha­ne­yi tam bir Med­re­se-i Yu­su­fîye hâ­li­ne ge­tir­di.

Bu­nun üze­ri­ne al­dık­la­rı bü­tün zec­rî ted­bir­le­re ve re­va gör­dük­le­ri kö­tü mu­ame­le­le­re rağmen, ha­pis­ha­ne­de bi­le Nur’un in­ti­şa­rı­na mâ­ni ola­ma­yan tağut­lar, da­ha ön­ce de­fa­lar­ca de­ne­dik­le­ri yo­la te­ves­sül ede­rek Be­di­üz­za­man’ı zehirle­di­ler.

Yazının devamına İslâm Yaşar’ın Nur Talebeleri kitabından ulaşılabilir. (Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-2015, s. 38-44)
*Bediüzzaman Hazretleri’nin Hafız Ali Ergün Ağabey için kullandığı bir ifade.

Hafız Ali Ergün Ağabey’i vefatının 74. senesinde rahmetle anıyoruz.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*