Özgürlük – 2

Göç ediyor olmaları özgür ruhlu karakterlerini gösterse de leylekler, her yıl aynı yerleri tekrar ziyaret ediyorlar; bu da onların sadakatlerini gösteriyor. Özgürlük sadakati kaybettirmiyor, geliştiriyor. Kâinat da bu geliş ve gidişlerle bir istikrara doğru kanat çırpıyor.

Son tahlilde: “Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyaratın mültekası vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur.” diyor Bediüzzaman, “Evet fıtrat ve vicdan akla bir penceredir. Tevhidin şuâını neşrederler.” (Mesnevi-i Nuriye)

Bunu: “İnsanın sığınabileceği tek bir yer vardır. Kendi içimizde bir yer. Kendimizden başka kimsenin ulaşamayacağı ve tahrip edemeyeceği bir yer. O yerde huzur, sükûnet ve özgürlük bulursunuz.” (La Piel que Habito) diye de tanımlamak mümkün olsa gerek, bir şekilde. Nasıl bir “hidayet” bunun için işlenen günahlardan alıkoyabilir o hâlde? İffet yoksa cinnet ve cinayet vardır.

“En büyük hidayet”, o hâlde “hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir.” Şöyle ki: “En doğru ve istikametli yol” (Fatiha Sûresi, 6)… Sırat-ı müstakim; şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hâsıl olan adl ve adalete işarettir.
Şöyle ki: “Tagayyür, inkılab ve felâketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi: Menfaatleri celb ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye. İkincisi: Zararlı şeyleri def’ için kuvve-i sebuiye-i gazabiye. Üçüncüsü: Nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.
Lâkin insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir hadd ve bir nihayet tayin edilmiş ise de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan bu kuvvetlerin herbirisi tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. Meselâ: Kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki; ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki; namusları ve ırzları pâyimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki; helâline şehveti var, harama yoktur.” (İşarat-ül İ’caz)

Abdulkadir Geylani (ks) şu tavsiyede bulunmuştur: “İsyanınız nefsinize, itaatiniz Rabbinize olsun.”

“Ey Müslümanlar, eğer siz insan değil de sinek olsaydınız, vızıltınız İngilizler’in kulaklarını sağır ederdi.” Bu sözler de Cemaleddin Afganî’ye aittir. Afganî, Müslüman coğrafyasının ilk anti-emperyalist seslerindendi. Bediüzzaman da benzer şekilde fıtratlara seslenecektir: “Fıtrî meyelân mukavemetsûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir güllesi içine atılsa kışta soğuğa maruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar. Evet şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ıztırarî şecaati gibi fıtrî bir heyecan, demir güllede su gibi zulmün bürudeti husumet-i kâfirânesine maruz kaldıkça her şeyi parçalar. (Rus mujikleri buna şahiddir.)” (Sünühat)

Ali Şeriati: “Muktedire itiraz ya inzivaya çekilerek ya da kıyamlarla olacaktır” demiştir. Ali Şeriati’nin oğlu İhsan Şeriati ise: “Babamın modeli, sosyal demokrasi ile irfanın (tasavvuf) senteziydi” demektedir.

Bediüzzaman itirazlarını hakikat mesleği gereği, müsbet hareket adını verdiği doğrudan “fikrî ve vicdanî cihad” ile gerçekleştirmiştir. Bunu da (birbiri içinde) ikiye ayırmak gerekecektir:

1) Susma dönemleri
2) Konuşma dönemleri

Susan Sontag: “Susmanın Estetiği”nde: ‘Susma’ karşıtını anıştırmadan, buna yaslanmadan edemez; nasıl ‘aşağı’ olmaksızın ‘yukarı’, ‘sağ’ olmaksızın ‘sol’ düşünülemezse, susmayı tanıyabilmesi için insanın, ses ya da dille çevrelenmiş bir ortamın varlığını kabul etmesi gerekir. Susma, yalnızca konuşmanın ve diğer seslerin dünyasında var olmakla kalmaz; herhangi bir sessizlik, kimliğine sesle delinmiş bir zaman süresi içinde kavuşur. (Böylelikle, Harpo Marx’ın dilsizliğindeki güzellik, büyük ölçüde, onun çenebazlarla çevrelenmiş olmasından kaynaklanır.)

Susma insan benliğinin öz sesi olarak “…dolu bir hiçlik, zenginleştirici bir boşluk, titreşen ya da çok şey söyleyen bir suskunluk” (Sükût Sûretinde/Nuri Pakdil) modern bir tavır ile dervişâne duruşu birleştirdi ve bunu hem bir dil hem de bir “direniş” olarak gösterdi. Pakdil’in “direniş” özlü hareketi Bediüzzaman’ın “müsbet hareket”inde bir yer bulabilir miydi?

Nuri Pakdil’in Bediüzzaman’ı tarif ettiği şu sözleri şüphesiz Üstad’ı zulme karşı çıkmada zamanında birincil kişisi yapmaktadır: “Bediüzzaman antikapitalist, antifaşist, antiemperyalist, antinasyonalist ve antifiravunisttir. (Bu zamanda bu karakterdeki) en büyük Müslümandır!”

Colin Turner, “Bediüzzaman’a Göre Dünya Barışı” başlıklı konuşmasında, özgürlüğün nefse ve şeytana başta hayır demekle başladığını bunun da “lâ ilahe”deki “lâ” olduğunu söylemiştir. Bediüzzaman’daki direniş ve direnmenin anlamını buradan çıkarmaktadır. Ona göre, şeytana ve şeytanın sistemlerine karşı direniş imanın ilk merhalesidir. “Biz biliyoruz ki insanlığın mutluluğu ancak teslimiyet ile meydana gelir. İtaatsizlik sonucu insan barışı ve mutluluğu kaybedecektir. Barış ile birlikte selamet itaat ile birlikte gelmektedir. Kendimize baktığımız zaman ve neden toplumlarda bu derece uyuşmazlık olduğunu düşündüğümüz zaman çok uzağa gitmeye gerek yok. Said Nursi’nin söylemleri bu noktada bize yeterli olur. Işık tutar. İnsan ya kendinin sahibi olduğunu düşünür ya da Cenab-ı Hakk’ın kendinin sahibi olduğunu düşünür.”

Hürriyet, evvel ve âhirde şirkin zıddıdır. “Lâ ilahe” ile “bütün şirkleri red”dir. İman başta “hayır” diyebilmektir. Sonra da neye evet dediği; “illallah” olan imanın kemâlini bulması ile yerini alır. “La ilahe” bütün bağımlılıkları reddetmektedir. Bağımlılıklar olarak başta geleni her türden “madde bağımlılığı”dır. Özgürlüğün bir ölçüsü: bir anda bırakıp gidebilme gücüdür… “la uhubbil afilin”; “batıp gidenleri sevmem” diyebileceklerin listesi… Elbette nihayette ölümünde geride bıraktıkları, maddî mirası insanın artıkları ve maddî bağımlılıklarının ölçüsünü verir. Peygamber Efendimiz’in (asm) maddî mirası ve varislerinin geride bıraktıkları… Hürriyet burada belirleniyor.

Güvenlik-özgürlük ikilemi ve bunu aşmanın bir yolu olarak tüketimin insanlığı getirdiği madde esaretini Zygmunt Bauman bir röportajında şöyle tespit ediyordu:

“Siz, özgürlük ve güvenlik arasında salınan bir sarkaçtan bahsediyorsunuz, şu anda o sarkaç hangi yöne doğru gidiyor? Bunlar birbirleriyle uzlaşması çok zor iki değer. Eğer daha fazla güvenlik istiyorsanız, bir miktar özgürlükten vazgeçmek zorundasınız. Eğer daha fazla özgürlük istiyorsanız, güvenlikten vazgeçmeniz gerek. Bu ikilem sonsuza kadar sürecek. Kırk yıl önce özgürlüğün kazandığına inandık ve bir tüketim orjisine başladık. Kredi alarak her şeye ulaşmak mümkündü: Arabalar, evler… Sadece bir süre sonra ödemen gerekiyordu. 2008’de kredilerin suyunun çekilmesiyle birlikte gelen ikaz oldukça acı oldu. Arkasından gelen toplumsal felaket, özellikle orta sınıfları fena vurdu ve onları hâlâ içinde bulundukları güvencesiz duruma soktu: Çalıştıkları şirketin bir başkasıyla birleşmesi nedeniyle kovulup kovulmayacaklarını bilmiyorlar, aldıkları şeylerin gerçekten kendilerine ait olup olmadığını bilmiyorlar. Artık çatışma sınıflar arasında değil, tek tek bireyler ve toplum arasında. Sadece güvenlik eksikliği değil, aynı zamanda özgürlük eksikliği.”

“Asıl mü’min hakkıyla hürdür” diyor Bediüzzaman: “Sâni-i Âleme abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek, ne kadar imana kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur. Amma hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir.
Salisen: Bazı sefih ve lâubaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.
Elhasıl: Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya istibdat veya esaret-i nefis veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir. Böyle lâubaliler ve zındıklar iyi bilsinler ki, dinsizlikle ve sefahetle sahib-i vicdan hiçbir ecnebîye kendilerini sevdiremezler ve benzetemezler. Zira mesleksiz ve sefih sevilmez. Ve bir kadına yakışır, istihsan ettiği libası, erkek giyse maskara olur.” (Hutbe-i Şamiye)

İmkân cihetinde neredeyse sınırsız bir özgürlük. Ancak vukuu hâlinde sorumluluk… Özgürlük ile sorumluluk arasındaki “berzah” ve geçiş noktasını Bediüzzaman şöyle açıklıyor:

“Binaenaleyh geçirmiş olduğun vücudun her menzilinde ve vaziyetinde, etvarında, ahvalinde: ‘Nasıl bu nimete vâsıl oldun? Ne ile müstehak oldun? Ve şükründe bulundun mu?’ diye suale çekileceksin. Çünki vukua gelen hâller suale tâbidir. Amma imkânda kalıp vukua gelmeyen şeyler suale tâbi değildir. Geçirmiş olduğun ahval, vukuattır. Gelecek ahvalin âdemdir. Vücud mes’uldür, âdem ise mes’ul değildir. Öyle ise, mazide şükrünü eda etmediğin nimetlerin şükrünü kaza etmek lâzımdır.” (Mesnevi-i Nuriye)

Hakikate karşı nasıl özgürüz? Bediüzzaman anlatıyor. Benlikle bağlantılı:

“Kısa cümlelerle söylemiyorum muğlâkça oluyor. Zira şu hakaik her tarafa derin köklerini attıklarından mes’ele uzunlaşıyor. Suret-i mes’eleyi bozmak ve parça parça etmek ve hakikatı incitmek istemiyorum. Hem de hakikatın etrafına bir daireyi çekmek istiyorum, tâ hakikat mahsur kalıp kaçmasın. Ben tutmazsam başkası tutsun. Beni mazur tutsanız, febiha… Ve illâ hürriyet var, tahakküm yoktur. Keyfinize…” (Muhakemat)

Nihayet, Hürriyete Hitab:

“Ey hürriyet-i şer’î! Öyle müdhiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun ki, benim gibi bir bedeviyi tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum. Eğer aynülhayat-ı şeriatı menba-ı hayat yapsan ve o Cennet’te neşv-ü nema bulsan, bu millet-i mazlumenin de eski zamana nisbeten bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse ve ağraz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedar etmezse…
Yâ Rab! Ne saadetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki, “vel-ba’sü ba’de’l-mevt” hakikatının küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:
Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış; menfaatini mazarrat-ı umumîyede arayan ve istibdadı arzu edenler ‘Keşke toprak olsaydık.’ (Nebe, 40) demeye başladılar. Yeni Hükûmet-i Meşrutamız mu’cize gibi doğduğu için inşâallah bir seneye kadar, ‘Dediler: Beşikteki çocukla nasıl konuşalım?’ (Meryem, 29) sırrına mazhar olacağız. Mütevekkilane, sabûrane tuttuğumuz otuz sene ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki, azabsız cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i milliyenin beraat-i istihlali olan kanun-u şer’î, hâzin-i Cennet gibi bizi duhûle davet ediyor.
Ey mazlum ihvan-ı vatan! Gidelim dâhil olalım! Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı kulûb; ikincisi, muhabbet-i milliye; üçüncüsü, maarif; dördüncüsü, sa’y-i insanî; beşincisi, terk-i sefahettir. Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum.” (Tarihçe-i Hayat) 

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*