Tek başına bir millet

Kaygılarını (hümûm) tek bir kaygı ve âhiret tasası hâline getiren kişiyi Allah dünya kaygılarından kurtarır” (İbn Mâce, “Muķaddime”, 23, “Zühd”, 12)

Her insan idealisttir. Yalnızca çok çalışanlar, başarılı olanlar, ismi duyulanlar, peşinden kitleleri sürükleyenler değil. İnsan, yaşayan her insan, sebepsizce, amaçsızca; zamanını, gününü, ömrünü geçirmez, geçiremez. En boş geçtiğini düşündüğünüz bir gününüzü gözünüzün önüne getirmeye ne dersiniz? O bomboş gününüzde ne yaptınız? Yediniz, içtiniz, ihtiyaçlarınızı giderdiniz, hayâl kurdunuz, sıkıldınız, belki telefon ya da televizyonla oyalandınız, uyudunuz ve yine uyudunuz. Ama muhakkak bir şeyler yaptınız. Peki, bu “boşluk” sizi mutsuz edince ne cevap verdiniz vicdanınıza? Bilemiyorum, ama en muhtemel cevap “canım bugün hiçbir şey yapmak istemiyor” gibi görünüyor. Öyleyse o boş gün, aslında boş falan değil, sadece “canım istedi” günü. Siz hiçbir şey yapmamış değilsiniz, canınızın istediğini yapmışsınız. Zaman durdurulamaz şekilde akarken ne yaparsak yapalım, cansız bir yaş gibi hareketsiz uyuyor olsak bile zamanın anlam kutucuğuna bir şeyler yazılır. Boş işlerle geçen zaman da geçer. Boş işlerle geçen ömür de geçer.

Her insan ideal sahibidir. Ancak bazılarının ideali “anlamlı ve yüce”dir, bazılarınınki ise “canım istedi”dir. Belki de “şuurlu ve cüz-i ihtiyar sahibi” bir yaratılmış olan insan için en gerekli ve birincil vazife yüce bir ideal edinmektir. Anlaşıldığı üzere bilinçli bir ideali olmayan insan farkında olmadan başkalarının ya da “canının” idealini sahiplenir. Aslında kimse asla zamanını “boş” geçiremezken idealin sıfırlayıcı özelliği, bomboş ömürleri sonuç verir. İşte bizim ideal sahibi dediğimiz insanların ve “sıradan” insanların arasındaki fark tam olarak budur; ömrün sınırlı kumaşına anlamlı bir “kalıp” biçmek ya da biçememek.

Şimdi bir adım geri gidelim ve “ideal” üzerine konuşmalarımıza bir kavram daha ekleyelim; “himmet”. Risale-i Nur okuyucularının aşina olacağı bu kelime Arapça “hemm” kökünden geliyor. Hemm, iyi ya da kötü olsun herhangi bir şeyi yapmaya yönelmek; himmet ise kıymetli, şerefli ve güzel şeylere yönelmek anlamını taşıyor.1 Muhyiddin İbnü’l-Arabî himmeti; kalbin temenni ettiği şeye bütünüyle yönelmesi, insanın bütün iradesini belli bir amaç üzerinde yoğunlaştırması, saf bir ilhamla arzuların bir noktada toplanması şeklinde tanımlar. Bu bir şeyi gönülden dileme, yürekten arzulama anlamına gelir. İnsanın bir şeyi bütün samimiyetiyle dilemesi “irade himmet” veya “cem’ himmeti” adını alır. 2

İşte bizim anladığımız mânâda ideal sahibi olmak bu “iradî himmet”i elde edebilmeyi gerektiriyor. Himmet ehli olabilmek için insanın aklını, kalbini, iradesini, duygu-düşüncelerini ve dahi bütün varlığını bir noktaya toplayarak bir hedefe yönlendirmesi gerekiyor.

Peki, bu kavramı öğrenmenin bize faydası ne? Ya da neden insan tek “bir” hedefe kitlensin de bütün kaynaklarını onun için harcasın, bu zahmete girsin? İşte bunun üzerine kafa yorarken Zamanın Bedii’nin Muhakemat adlı eserinde şu satırlara denk geliyorum; “İnsanın zihni ve lisanı ve sem’i, cüz’î ve teâkubî oldukları gibi, fikri ve himmeti dahi cüz’îdir. Ve teâkub tarikiyle yalnız bir şeye taallûk eder ve meşgul kalır. Hem de insanın kıymet ve mahiyeti, himmeti nispetindedir. Himmetin derecesi ise, maksat ve iştigal ettiği şeyin nispetindedir. Hem de insan teveccüh ve kastettiği şeyde, güya fena fi’l-maksat oluyor.” 3 Yani anlıyorum ki, benim hedefim, maksadım neyse ben oyum, benim kıymetimi “himmetim” belirliyor. Öte yandan himmetim sınırsız değil, her şeye odaklanmam, pek çok şeyi hedef ittihaz etmem mümkün değil. Bu durumda kıymetimi belirleyecek “himmetimi, hedefimi” titizlikle seçmem gerekiyor, iradî bir himmet belirlemem gerekiyor.

Burada yol çetrefilleşiyor, kendimi hedef bombardımanına tutulmuş gibi hissediyorum; kapağını açtığım her kitap, izlediğim her film, kulağımdan giren her söz, baktığım her resim, karşılaştığım her “insan”, okuduğum üniversite, hatta ayakkabı markası reklamı bile bana bir “hedef, ideal” fısıldıyor. Bunca ses, bunca görüntü arasında başım dönerken kendimi yine Risale-i Nur’a sorarken buluyorum “ne için yaşamalıyım?” diye: “Ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (ra) ve Şah-ı Nakşibend (ra) ve İmam-ı Rabbanî (ra) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir.” 4

Aldığım bu ders doğrultusunda aslında bana sonsuz gelen o hedeflerin temelde iki ana yola dâhil olduğunu görüyorum; İslâmiyet milliyeti için yaşamak ya da menfaat-i şahsiyeye çabalamak; tek dünyalı olmak ya da iki dünyalı olmak; iman ya da küfür.

Bu zamanda bütün himmetini iman hakikatlerinin ve İslâm akidelerinin takviyesine sarf eden bir zatı Üstad, dayanak, yol gösterici olarak buluyorum. Mustafa Sabri Efendi’nin “İslâm bugün öyle fedakârlar ister ki, değil dünyasını, ahiretini dahi feda etmeye hazır olsun” 5 tarifinin vücut bulmuş hâli; Bediüzzaman Said Nursî.

“Kimin himmeti milletiyse, o tek başına bir millettir” 6 sırrı onda temessül etmiş. Şahsından vazgeçip davasında fena bulmuş. Davası mahiyetinde genişlemiş ve yükselmiş.

Tâ ki, “Kur’ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur” 7 diyerek ahiretini dahi feda edebilecek kadar…

“Ben iki elime iki dünyayı almışım. Tek dünyalı olanlar karşıma çıkmasın” 8 sözünün sahibi bir zatı, gayesi tek dünyası olanlar anlamamışlar, anlayamamışlar ve dahi korkularından deli yaftasında bulunmuşlar. Oysa “Bediüzzaman deli ise dünyada akıllı adam yoktur.”

Himmet, yaşama gayesi sabittir; sürekli değişmez. Bediüzzaman’ın  “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, dünyaya ispat etmek ve göstermek” 9 davası ömrünün ahirine dek değişmemiş, hayatının başka başka evrelerinde farklı yöntemlerle tezahür etmiş. Saltanattan cumhuriyete, savaşlardan zindanlara, esaretten hürriyete, gençlikten yaşlılığa, Van’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Ankara’ya, Barla’dan Afyon’a, akıl hastanesinden zindanlara, divan-ı harpten mahkemelere ideali hep aynı kalmış. Bu yüksek gaye, bu ideal, bu himmet “Risale-i Nur” gibi Kur’ân’ın eşsiz bir tefsirini meyve vermiş. “Mademki Nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun” 10 diyen bu dava adamının hayatı hiçe saymasının kuru cesaret sözcükleri olmadığını ise ömründeki pek çok hadise ispat etmiş.

Öyle ki, Van Kalesi’nde inzivaya çekildiği mağaraya giderken, bir gün ayağı kayıp 6 metre yükseklikten düşerken ölümle yüzleştiği anda ağzından dökülen kelimeler, onun hayatını, idealini özetler mahiyettedir:

“Davam, ah davam!”

Bu yüce davaya dâhil olabilmek duasıyla…

Dipnotlar:
1) sorularlaislamiyet.com
2) TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 18, Sayfa 57
3) Muhâkemat, sf. 174/175, Yeni Asya Neşriyat, 2011
4) Mektubat, sf. 27, Yeni Asya Neşriyat, 1999
5) Tarihçe-i Hayat, sf. 14, Yeni Asya Neşriyat, 2008
6) age, sf. 88, Yeni Asya Neşriyat, 2008
7) age, sf. 544, Yeni Asya Neşriyat, 2008
8) Münazarat, Sualler ve Cevaplar
9) Tarihçe-i Hayat, sf. 44, Yeni Asya Neşriyat, 2008
10) Emirdağ Lahikası, sf. 317, Yeni Asya Neşriyat, 2006
 

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*