“Bir Yaratıcı’nın varlığına iman etmek en önemli unsurmuş”

Japon bir mühtedinin bakışından İslâmî fikir

Ayşenur’un mezuniyetini tebrik ve kutlama niyetiyle, bu yılki ev sahipliğini Erciyes Üniversitesi’nin yaptığı USBIC’in, kongre sonu etkinliği olan Kapadokya turuna katıldık. Tur keyifli, biz keyifli, hocalarımızla muhabbet ede ede geziyoruz. Japon Dili ve Edebiyatı mezunu olduğum için yemek faslında Japonlarımı bulup yanlarına oturduk. Fırsat kaçmazdı ve biz de muhabbete başladık. Sosyoloji, Japonoloji derken kalkmak vakti geldi. Tam kalkmış giderken çekiklerden biri yanıma geldi ve dedi ki “Biliyor musunuz, ben de Müslümanım.” Öyle şaşırmış ve hayretle maşaallah demişim ki, yüzündeki memnun gülümseme katlanmıştı. “Ne zaman, nerede, nasıl?” derken muhabbet keyifli bir hâl almaya başlayınca dedik ki, bunu diğer kardeşler ile de paylaşmalıyız ki, heyecanımıza ortak olunsun, bu şevk cümbüşüne Beyzalar, Büşralar, Zübeyirler, Saidler vs. de dâhil olsun.

İslâm’ı seçmiş bir Japon ile böyle yüz yüze konuşma şansı yakalayamamıştım bu zamana kadar. Hep yazarak irtibat kurduğum çekiklerimin hislerini yüzlerinden okuma şansı elde edememiş olmak içimi burkardı. Yusuf ile yaptığımız konuşma bana Japonların İslâm’a ne kadar aç olduklarını bir kez daha hatırlattı. Ve Müslüman bir Japon’un hayata bakışının “tam Müslim bir Mü’min” olma sıfatına lâyık olduğunu gösterdi. İstifadelerinize sunuyoruz efendim.

Merhaba. Bize kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba. Adım Yusuf Takahiro Suzuki. 34 yaşındayım. Japonya’nın kuzeydoğusunda yer alan Akita bölgesindenim. Yüksek Lisans öğrencisiyim.

Neden Yusuf ismini tercih ettiniz?

Araştırmalarım için İran’a gittiğim zaman bir Japon arkadaşım vesilesiyle Yusuf isminde bir İranlı ile tanıştım. O zaman ismi dikkatimi çekmişti. Ben de ödünç aldım, kullanıyorum. (Gülüyor.)

Güzel bir seçim olmuş. Peki, ne üzerine çalışıyorsunuz?

İlk olarak Kyoto Üniversite’nde Ziraat Fakültesi’ne başlamıştım. Ama şu an İktisat Bilimi üzerine çalışıyorum.

İslâm ile ne zaman tanıştınız?

İslâm dininin varlığından haberdar olduğum sıralar sanırım ilkokul ya da ortaokula gidiyordum. Ama İslâm ile ilgili kitaplar okuduğum zamanlar tabiî ki üniversite yıllarımdı. Ben lise 2. sınıf öğrencisiyken 11 Eylül olayı gerçekleşti. Üniversiteye hazırlık dönemlerimde de Irak Savaşı’nın olduğu zamanlardı. Bundan dolayı çeşitli kaynaklar okumaya başlamıştım.

Neden İslâm’ı detaylıca tanımak istediniz? Sizi çeken neydi?

Genel olarak bakarsak, okudukça çeşitli yönleri ilgimi çekti. Aslında İslâmî politika var ya, hani bu noktada beni cezbetti sanırım. Yapabildiğim kadar en iyi şekilde tanımak istedim. Doğru şekilde tanımak için çok okudum.

Müslüman olmaya nasıl karar verdiniz? Bu süreci bizimle paylaşır mısınız lütfen?

Hayatımda gelişen bazı sıkıntılardan dolayı içime kapandığım bir sırada Afgan bir arkadaşım -ki bu arkadaşım daha evvel birkaç kere Arabistan’a gittiğimi, İslâm hakkında araştırmalar yaptığımı da bilen biri- bana, “Suzuki, sen Müslüman olmamana rağmen, bize hep iyilik yapıyorsun ve yardım ediyorsun. Senin Cehennem’e gidecek olman beni çok üzüyor. Şimdi burada Müslüman olsan, şahadet getirsen olmaz mı? Ne dersin?” dedi. Bu olaydan sonra başka bir Afgan arkadaşıma da ben, “Zaten et yemiyorum, içki içmiyorum. Aslında içkinin tadını sevmediğimden değil, sarhoş olmayı sevmediğimden içmiyorum. Hepten de bırakabilirim ne de olsa” deyince, arkadaşım da bana, “Suzuki, bu dediklerin, domuz eti yememek, içki içmemek mesele değil. Asıl mesele Allah’a (cc) iman edip, Hz. Muhammed’e (asm) tabi olmakta” dedi. O vakit meseleyi derinden anlayıp, gönülden iman etmeyi tercih ettim. Bir Yaratıcı’nın varlığına iman etmek en önemli unsurmuş. Dinî görevler bunun önüne geçemezmiş, bunu anladım. Bu olaylardan bir süre sonra Kyoto Camii’nde ihtida ettim, Elhamdulillah. Bu arada bu camide hemen hemen herkes değişim öğrencisi olarak Japonya’da bulunan yabancılar. Japonlar yok denecek kadar az.

Maşaallah. Yusuf Bey, çok okuduğunuzu belirttiniz. İslâm’ı iyi tanımak adına neler okudunuz?

Evet, bu noktada Japonca açıklaması yapılmış Kur’ân-ı Kerîm, çeviriden ziyade Japonca açıklamalı Kur’ân-ı Kerîm okudum.

Açıklamalı diye özellikle belirttiğiniz Kur’ân-ı Kerîm tefsir şeklinde mi yoksa meal mi?

Şöyle söylemek gerekir ki, şu an Japonca birebir çeviri şeklinde meal yok. Japonca açıklamalı Kur’ân-ı Kerîm var. Yani tabiî bir sınıfa koymak gerekirse, meal diyebiliriz sanırım. Bunun dışında bölgesel araştırma yapmış kitaplar ve antropolojik araştırmaları içeren eserler okudum.

Mesela Risale-i Nur tefsirini hiç duydunuz mu? Ya da Said Nursî hakkında bilginiz var mı?

Said Nursî’yi biliyorum tabiî.

Okudunuz mu, ya da okuyor musunuz? (Bizde tarifsiz bir heyecan…)

Evet, evet biliyorum. Türk bir arkadaşımla onun hakkında konuşmuştuk. Japonca’ya çevrili eserleri var. Türkiye’de ihtida etmiş bir Japon’un çevirisini yaptığı tanıtım kitapçığı hediye etmişti bana. Bu vesile ile Said Nursî’yi tanıyorum. Ayrıca bu kitapçık hâlâ bendedir.

Biz de Said Nursî’nin eserlerini okuyoruz. Tanıyor olmanız bizi çok heyecanlandırdı. Peki, ihtida etmeden önceki ve sonraki hâliniz, fikriniz ile ilgili değişim nasıl oldu? Bizimle paylaşır mısınız?

Zor soruymuş. Şunu söyleyebilirim, benim ailem, ninem inançlılardı. İnançlarını yaşarlardı.  Nineme gittiğimde dinî ayinlerimizi, törenlerimizi sabah-akşam aksatmadan yerine getirirdik. Dinsiz iken İslâm’ı seçmiş değilim. Evvelinde de inancım vardı. Dolayısıyla herhangi bir inanç zorluğu çekmedim. Zaten sonrasında birkaç kere Arabistan’a da gittim. Çok fazla kitap okudum, pek çok Müslüman tanıdım.

Yani ihtida etmeden evvel de inançları doğrultusunda yaşayan biriydiniz.

Aynen öyle, benim ailem Budizm’in dinî görevleri ağır olan mezhep okuluna bağlı olduğu için herhangi bir zorluk yaşamadım. İslâm’da dinî vecibelerin olması beni zorlamadı, kalbime ağır gelmedi, kolaylıkla kabullendim, diye düşünüyorum.

Bu noktada ne değişti dersek, sık sık Arabistan’a gittiğim için Kur’ân-ı Kerîm’i nasıl anlıyoruz, nasıl hayatımıza aksediyoruz bu önemli. İslâm birdir, ama Müslümanlar çeşit çeşit.

“İslâm bir, ama Müslümanlar çeşit çeşit” güzel bir ifade oldu.

Mesela ben Vehhabîleri pek sevmem. Arap Yarımadası 12. yüzyıl civarında aşırı rasyonel bir yapıdaydı. Akıl, Allah vergisi bir duygu olup, aklı kullanarak dünyadaki olaylara bakmak önemliydi. Ama şimdi Avrupalılar bunu çalıştılar, incelediler ve benimsediler. Ben de şimdi, Müslüman olduktan sonra 12. yüzyıldaki İslâm Dünyası’nın, Vehhabîler haricindeki bu düşünce tarzından bahsediyorum. Araştırmamız ve örnek almamız gerektiğini düşünüyorum. Yani, Avrupaî şeyleri Avrupa’ya ait olduğundan ötürü reddetmek yerine, daha çok araştırma yapıp İslâm’ın güzelliklerini hayatımıza aksettirmeliyiz diye düşünüyorum.

Tam da burada Japon tarzı bir düşünce olduğunu söyleyebiliriz değil mi? Japonlar da kendi özlerinden kaybetmeden Avrupa’nın sağladığı kolaylıkları, güzellikleri alıp kullandılar ve kullanıyorlar.

(Gülüşmeler…) Ama daha çok çalışmamız gerektiğini düşünüyorum.

Bir şey belirtmek istiyorum. Orta Avrupa’da pelesenk olmuş bir tabir olduğu söyleniyor: “pray, pray and work (dua et, dua et ve çalış)”. Geçenlerde bir Arap arkadaşımla konuşurken öğrendim ki Araplar da “pray, pray, complain (dua, dua, şikâyet)” (Japonca’da L harfi yok, okunurken R sesiyle okunuyor. Bu yüzden bu söylemin de nüans uyumu oluyor) ifadesini pelesenk etmişler. Arkadaşımla da dua ederek çalışmaya odaklanmamız gerektiği üzerinde durmuştuk.

Araplar mı bunu yapıyormuş?

Evet. Bu yüzden çok çalışmamız gerek. Cennet’e gitmek de önemli, ama bu dünyayı güzelleştirmek için elimizden geleni yapmamız gerekmez mi? Son zamanlarda Arap Müslümanların bu özelliklerini eleştirir oldum.

Peki, çok güzel bir noktaya değindiniz. Ben bu konuyu biraz daha açmanızı istiyorum. Müslümanlara ne söylemek istersiniz?

Her şeyden önce çok çalışıp çok okumamız gerektiğine inanıyorum. Az evvel de bahsettiğimiz gibi, sırf şikâyet ederek değil de ‘içinde yaşadığımız dünyayı daha da güzel hâle getirebilmek için ben ne yapabilirim’ demek lazım. Yine, gayr-ı Müslim olan Avrupa’dan nefret ederek değil de… Yani Avrupa’ya baktığımız zaman Hz. Muhammed’e (asm) tabi olanlar ve Hz. İsa’ya tabi olanlar diye ayrılmış. Ama bu, bir başka ifadeyle, kardeş olan bu peygamberler tarihte çok çabalamış, çok sıkıntı çekerek bir takım şeyleri değiştirmeye, insanlığa dini, eğitimi öğretmeye çabalamışlar. Bunları hakkıyla öğrenip doğru olanı alıp, eleştirilen noktaları reddeden Müslüman’a dönüşmeliyiz. Ben de önceden Avrupa’yı ötelemiş, reddetmiş düşüncedeydim. Fakat artık bu fikrimin yanlış olduğunu, gayret etmiş bunca insandan öğrenebileceğim pek çok şey olduğunu ve bunları araştırarak öğrenmem gerektiğini düşünüyorum. Araplar da İslâm doğduktan sonra Doğu Roma İmparatorluğu, İran gibi bölgeleri fethedip, bu bölgelerdeki ilimleri alıp geliştirerek benimsediler. Daha sonra Arapların geliştirdiği ilim Endülüs’te hayat buldu. Batı Avrupa da bununla Endülüs’te tanıştı. Türkler de aynı şekilde bu topraklarda Osmanlı Devleti’ni kurup ilim üzerinde çalıştılar. İnsanoğlu böyle, kendinden bir şeyler ekleyerek, geliştirerek ilerlemiş.

Geçmişte/tarihte yalnızca kendimizin iyi olan, güzel olan taraflarımızı çalışmakla kalmayıp, başka ülkeleri de tanıyıp, öğrenip İslâm Dünyası’na faydalı olacak bireyler hâline gelmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Kulağımıza bu söyledikleriniz küpe olsun. Önceki konuşmamızda Kudüs’e gittiğinizi söylediniz. Orada neler hissettiniz? Bahseder misiniz?

El-Aksa’ya girdiğim zaman gerçekten çok etkilenmiş, hislenmiştim. Geçenlerdeki gidişim ikinci seferdi. İlk gidişim beş yıl öncesiydi.

İlk gidişinizde İslâm’ı seçmiş miydiniz?

Hayır, henüz Müslüman değildim.

Peki, ilk gidişiniz ile ikinci gidişinizi karşılaştırırsanız nasıl bir duygu ve ruh hâli hâkimdi sizde?

Karşılaştırırsak… Yani, ilk seferkinden daha rahat bir şekilde Mescid-i Aksa’ya girebildim. Endişe ve gerginlik yoktu.

Oraya aitmiş gibi hissettiğinizi söyleyebilir miyiz?

Aynen öyle, tam da bu hissiyattaydım. Etrafımdaki insanlar sanki hemşehrim, kardeşim olmuşlardı. Ortamı kendime daha yakın, samimi hissediyordum. Aynı şeyi tekrar etmek gibi oluyor, ama (önceki konuya, Arapların fikrine gönderme yapıyor) İsrail halkı Filistinlilere canlarının istediği gibi davranıyorlar ve Filistinliler karşı koyamıyorlar. Bunu görünce daha çok birlik olmamız gerektiğini düşündüm.

Birlik olmak derken, İslâmî bir birlikten mi bahsediyorsunuz?

Filistin halkından bahsediyorum. Filistinliler arasında Hıristiyan da var, Müslüman da… Bu birliği sağlayıp karşı koyulmazsa İsrailliler bu zulümlerine hep devam ederler, diye düşündüm. Orada/Kudüs’te bunu hissettim. Tek başına bir şeyler yapmaya çalışsan da herhangi bir değişim olmaz. Ama birlik olunursa bir şeyler değişir.

Günümüzdeki meselelere bakacak olursak, intihar savaşçılarının tek başlarına bir takım olaylar gerçekleştirdiklerini görüyoruz. Bu tek başına girişilen olayların ne yazık ki ölümle sonuçlanıp hiçbir değişim yapmadığını da görüyoruz. Dolayısıyla, ancak birlik olarak değişimi sağlayabiliriz. Kudüs’e gittiğimde bunu gördüm. Biraz daha çaba göstermemiz gerekir diye düşünüyorum. Tabiî ki dua etmek de önemli.

Ne yapmalıyız? Bu ifadeler savaş söylemine dair bir olgu oluşturuyor sanki.

Anlıyorum. Mesela, Güney Afrika’da oluşan birliği örnek verebilirim. Tabiî ki bu birlik ordudan sağlanmadı. Nasıl desek, halkın birliğiyle oluşmuş bir çeşit protesto hareketidir. Silahla birilerini yaralamak değil benim kastım. Bu, birlik bilincine sahip olup değişim için elinden geleni yapma gayreti, bilincidir. Yani açıkçası dua edip oturmakla olmuyor. Elimizi taşın altına koyup, çok çalışmamız gerekiyor. Bu biraz karışık bir mesele aslında, Güney Afrika’da beyaz halk yüzlerce yıldır yaşıyor, Avrupa’ya dönecek yerleri kalmadı. İsrailliler için de durum aynı. Yahudiler için de Avrupa’ya dönecek yer kalmadı, yok.

Kudüs’ü tamamen Müslüman bölge hâline getirebilmek için herkesin ya savaşarak, ya da ölerek anca bir sonuca ulaşacağını göz önünde bulundurmalıyız. Kudüs Filistin halkına ait, Güney Afrika Afrikalılara ait diyerek, kendinden olmayan insanları dışlayıp, ezerek muamele etmek de doğru olmaz. Bu şekilde giderse barış ve huzur sağlanamaz bence.

Yahudilerin uyguladığı politika biraz farklı değil mi?

Hayır, hayır. “Yahudiler” söylemindense “Avrupalılar” söylemini kullanmak daha doğru olur. Yahudiler de Avrupalılardır, Avrupa içerisinde küçük bir halk. Tabiî ki Filistin’de bir takım faaliyetler gerçekleştirenler Yahudiler, ama bir başka ifadeyle aslında Avrupalılardır.

Yani Yahudilere odaklanırsak arka planı göremeyiz. Avrupa’nın koloni faaliyetleri diye düşünürsek altında yatan sorunları da kavrarız. Bundan dolayı, nasıl desem, mesela Avrupa içerisinde güçsüz halk olan İrlandalılar, İskoçlar Hindistan’a gidip Hindistan halkı üzerinden para kazandılar. Bunun gibi İngiltere Yahudileri için de aynı şeyi söyleriz. Avrupa’daki zayıf halkı yabancı ülkelerde koloniler haline getirip, bunlar üzerinden emellerini gerçekleştirdiler ve gerçekleştiriyorlar. Yahudilere de bu açıdan bakmazsak yanılırız. Aksi takdirde duygusal yaklaşarak aldanma ihtimalimiz çok yüksek. Uyanık Müslüman olmalıyız.

Haklısınız, müdekkik olmalıyız. Alnımızda “dikkat” yazmalı inşaallah. Röportaj için çok teşekkür ederim. Son olarak ne söylemek istersiniz?

Müslüman olduktan sonra secdeye her kapandığımda Allah (cc) ile konuşuyormuşum gibi hissettiğim, dertlerimi dinleyen Biri’nin varlığını hissedip rahatladığım anlar “iyi ki” dediğim anlardır. “İyi ki din değiştirmiş, iyi ki Müslüman olmuşum” dediğim anlardır.

Eğitim noktasına da son bir kez dönmek istiyorum. Başlarda Müslümanları eleştirmenin doğru olmadığını düşünüyordum, ama artık hatalı olanı uyarıp, yanlış olanı düzeltmemiz gerektiğine inanıyorum. Birileri kızsa da, ayrımcılık yapıp “Japon’sun sen, karışma” denilse de. Müslüman olarak kendimizin ve birbirimizin kötü ya da hatalı yönlerini eleştirmeliyiz, diye düşünür hâle geldim.

Bu kısa vakitte bizimle fikirlerinizi paylaştığınız için teşekkür ediyorum.

Ben teşekkür ederim. Benim için zevkti.

Fotoğraflar: Ayşenur Akay

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*