İnsan ve ontolojik menşei

Şüphesiz ki insanın ilk üstünlüğü onun yeryüzünde Allah’ın temsilcisi (halifesi) olması. Allah, kendisi için yeryüzünde bir halife (insan) yaratmayı dilediğinde, ‘balçık’tan ve kurumuş ‘toprak’tan başlamış, sonra bu balçığa ve toprağa kendi ruhundan (İlâhî söz) üflemiş ve nihayet insanı yaratmış. Dilimizde aşağılığı ifade etmek için kokuşmuş, alçak ve zelil sembol ‘balçık’tır. Aynı şekilde insanlığın dilinde en mukaddes varlık ise Allah’tır. Her varlıkta şüphesiz en kıymetli şey ise ruhtur. Allah en aşağı bir maddeden yarattığı insana daha sonra kendi ruhundan üflüyor. Yani insanın dilinde en yüce olarak geçen bir şeyi…

Allah en yüce varlık, dolayısıyla onun ruhu da insanın tasavvur edebileceği, insanın zihnine gelebilen en yüce varlıktır. İnsan, balçıktan ve Allah’ın ruhundan yaratıldığı için iki boyutlu bir canlıdır. Bununla anlatılmak istenen, insanın düalist (çift boyutlu) bir varlık olduğudur. Tüm diğer canlılar tek boyutlu olmalarına karşılık, o çift boyutlu bir varlık.

İnsan; bir boyutuyla aşağı tabakaları ifade eden balçığa ve toprağa, diğer yönüyle ise aşkın ve müteal olana (kendisine üflenen İlâhî öze) meyilli. İnsanı hayvandan ayıran şey, sadece derece ve gelişmişlik farkı değil, onun yeni bir boyuta sahip oluşu ve varlıksal özelliğidir.

Bambaşka bir yaratılışa mazhar olan insanın farkı, “bilme” ile gerçekleşmekte. Allah’ın insanı yarattıktan sonra ona isimleri öğrettiğini biliyoruz. Bunu farklı açıklayan çok müfessir var, ama şüphesiz bu olaydan bir ‘öğretim’in söz konusu olduğu muhakkak.

Allah insanı yarattıktan sonra, meleklerden insana secde etmesini istiyor. Bunun hikmetlerinden bir tanesi, elbette Allah’ın insana isimleri, yani ‘bilgi’yi öğretmesinden ileri gelmesi ve ona kendi ruhundan üflemesi gerçeğidir. Melekler yaratıldıkları madde gereği daha asil bir yapıya sahip olmalarına rağmen insanın önünde secde ediyorlar. Bunun sebebi olarak, üstünlüğün soyla ya da yaratılan madde ile değil, sadece ‘bilgi’ ile farklılaştığını görüyoruz. Çünkü ‘bilgi’nin en üst tezahürü “kendini bilmek”tir. Allah ‘insan’a kendini bildirmişti. Ve meleklere, “Muhakkak ki ben, sizin bilmediklerinizi bilirim” (Bakara Suresi, 30) demişti. İnsan melek ve şeytandan daha üstün tutulmuş. Çünkü asalet, şereflilik soyla kaim olmayıp ilim ve bilgeliğin var olmasıyla kaimdir.

Konuya daha etraflıca bakmadan bu kısa yaratılış bilgisinden anlıyoruz ki, Allah nezdinde insan çok üstün bir konuma sahip. Peki, Kur’ân’da yaratılışının bu şekilde gerçekleştiğini bildiğimiz ‘insan’a,  Batı düşüncesi ya da genel olarak seküler düşünce nasıl bakıyor acaba?

İslâm’ın, ‘insan’ın ontolojik varlığını nereden başlattığını söyledik. Buna karşılık Batı düşüncesi ve seküler dünyanın insanı tanımlarken onun varlıksal özelliğini nereden başlattığına bakmak için şu önermelere bakalım.

Descartes, “İnsan düşünen hayvan”; Marx, “İnsan alet kullanan hayvan”; Camus, “İnsan isyan eden hayvan”; Andre Gide, “İnsan hisseden hayvan”; Durkheim, “İnsan sosyal hayvan” demişti. Bu düşüncelere karşın Cenab-ı Allah, İsra Suresi’nin 70. âyetinde “Biz Âdemoğullarını onurlandırdık/ Onu mükerrem kıldık” der. Bu insana verilmiş altın bir değer. Yeryüzünde hiçbir düşünce akımı insana bu derece bir değer biçmemiş, biçemez. Çünkü Allah insanı “kendi” eksenli yaratmış.

Peki, insan neden düalisttir? Bunun tek cevabı var, o da insanın buraya ait olmayışı hakikati. Bediüzzaman Said Nursî’nin müellifi olduğu Risale-i Nur eserleri dikkatle incelendiğinde, insanın öteler için yaratıldığı ve ebede gideceği hakikati, neredeyse her cümlede insanın karşısına çıkar.

Bediüzzaman 23. Söz’ün başında; insanın, iman nuruyla Cenâb-ı Hakk’ın indinde en yüksek noktaya gelebileceği gibi, küfür içinde yaşarsa Cehennem’e lâyık surete düşeceğini söylüyor. Çünkü, imanın insanı Allah’a yaklaştırdığını, bağladığını ifade eden Bediüzzaman, ancak iman sayesinde, insanın mahiyetinde bulunan Allah’a ait sanatların ve güzelliklerin ortaya çıkacağını belirtiyor.

23. Söz’ün hemen devamında Allah’ı tanıyan ve bilen insanın bütün canlılar içinde bir muhatab-ı İlâhî (Allah’a karşı sorumlu) ve Cennet’e lâyık bir misafir-i Rabbanî (Allah’ın misafiri) olduğunu vurgulayan Bediüzzaman, aynı yerde, “İnsan ahsen-i takvimde (en güzel şekilde) yaratıldığı ve ona gayet câmi bir istidat verildiği için esfel-i safilînden (kulluk hayatının negatif ucundaki en alt nokta) tâ a’lâ-yı illiyyîne (Cenâb-ı Hakk’ın indinde iyilerin ve kâmillerin derecesi ve makamı) ferşten tâ arşa, zerreden tâ şemse kadar dizilmiş olan makamata, meratibe, derecata, derekata girebilir” der. İnsanın en güzel şekilde yaratıldığını, büyük mertebelere lâyık olduğunu ve kendisine büyük bir kabiliyet verildiği için de her türlü makama, mertebeye, dereceye, aşağı tabakalara girebileceğini ifade eden Bediüzzaman, onun düalist yapısına dikkat çekiyor.

Biraz açarsak; hayvanlar içgüdüsel zorunluluklarla hareket ederken, insan kendi mahiyetini belirleme yetisiyle tarihî süreç içinde Ebu Cehil’den, Erkam Bin Ebî’l-Erkam’a kadar her şey olabilmiştir. Hem aklının ve kalbinin gösterdiği doğrultuda, hem de aklının ve kalbinin muhalefet ettiği doğrultuda davranışlar sergileyebilir.

İnsanın mahiyetinde bulunan düalistliğe dikkat çeken Bediüzzaman, 23. Söz’ün tamamında iman ve küfür ikileminde bulunan ‘insan’ın, iman tarafını seçmesi için onu uyarıyor. Demek ki, insan iman ile yaşasa, kendisine yaratılırken verilen ‘İlâhî öz’e mazhar olarak “a’lâ-yı illiyyîn”e çıkacağı gibi, küfür ile yaşasa bunun karşı durumu olan “esfel-i safilîn”e kadar düşebilir.

Sonuç olarak, ‘insan’ın Allah karşısında özel bir varlık olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü o, yer yuvarlağında Allah’a karşı sorumlu ve muhatap olan, O’nun dostu, emanetçisi ve halifesi olan biridir. Buna karşılık seküler dünya tanımına göre insan; Allah’ı tanımayan, başıboş, sorumsuz, emanet nedir bilmeyen, kendisine verilen İlahî öz’e karşı kör ve aşağıların aşağısındadır.

İbrahim Ağrı

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*