Din ahlâkı veya kültür ahlâkı

Başlık bu hâliyle pek bir şey ifade etmeyebilir, haklısınız. O zaman kavramları tanımlamakla başlayalım işe.
Bir meyve ismi söyleyin desem, aklınıza ilk gelen meyve ne olur? Elma veya portakal demeniz, avokado veya papaya demenizden çok daha muhtemel, çünkü yaşadığımız ülkede en sık ve kolay bulabileceğimiz meyveler bunlar. Geniş ve soyut bir kavramı somutlaştırmak istediğinizde ilk yapacağınız zihninizde ona bir şekil vermek olur ve bu şekil çoğunlukla içinde yaşadığınız toplum, konuştuğunuz dil, bulunduğunuz coğrafya tarafından belirlenir. Tıpkı geniş bir kavram olan meyvenin elmada somutlaştığı gibi. İşte, meyve dediğimde zihninizde elmanın canlanması kültürdür.

Kültür, Fransızca’dan aldığımız bir kelime, Türkçe’ye birebir çevirecek olursak, ekin, ekip biçme demek. Yani yapay, beşerin elinden çıkan bir yapı. Kültür mantarı, bakteri kültürü neyse, bir toplumun kültürü de o. Hepsinin ortak özelliği, insanlar tarafından üretilmiş olmaları.

Kültürün beşerin elinden çıkan bir sistem olması bir yana, onu asıl önemli kılan unsur, yukarıda bahsettiğim gibi, algıları şekillendirebiliyor olması. Başlıkta “kültür ahlâkı” ve “din ahlâkı” şeklinde bir ayrım yapma sebebimin de, bu başlığı yazma gereği hissetmemin de altında kültürün bu hususiyeti yatıyor.

Ahlâk denen kavramın tanımını yapmak zor. Lügate göre Arapça yaratma anlamına gelen “h-l-k” kökünden geliyor. “Yaratılış, huy, iyi huylar” gibi anlamları var, ancak sözlük anlamı yeterli değil. “İyi olmak, erdemli yaşamak, kimseye zarar vermemek, dürüst olmak” gibi, yine tanımlanması gereken kavramlarla yapılan açıklamalar da nakıs. İyi bir şey, sahip olmam gereken bir özellik, bunu biliyorum, ama ahlâk denilince zihnimde beliren anlama dayanarak bir tanım yapmak da istemiyorum. Zihnimde beliren anlam, içinde bulunduğum toplumdan, benim karakterimden ve algılayış biçimimden kopamayacak, ne kadarı hakikat olacak bu hâliyle o tanım, güvenemiyorum. Daha doğru bir tanım peşindeyim. Daha doğru, yani beşerî olmayan, mutlak ve kesin.

Biliyorum, nereye bakarsam bakayım, kendi penceremden bakacağım, bundan kurtuluşum yok. Ama en azından penceremin camlarını neyle boyayacağım konusunda bir iradem var.Beşerî olanla semavî olanı birbirinden ayırabilirsem, penceremi o bulaşık renklerden bir nebze temizleyebilir, belki şeffaf bir pencereden bakabilirim ümidiyle, Allah’ın dinine, İlahî olana dönüyorum.

Kendi penceremi tanımaya ve temizlemeye çalışırken yolum 30. Söz’e düşüyor; Ene Risalesi’ne ve “ahlâk-ı İlahîye”2 ifadesiyle karşılaşıyorum. Kültürle ilgili temel problemim kültürün beşerin elinden çıkmış olması olunca, ahlâk-ı İlahîye, sadece kelime anlamı olarak bile cezbedici. İfadeyi daha iyi anlamak için Ene Risalesi’ni okumaya başladığımda şunu görüyorum: Ahlâk-ı İlahîye, enenin hakikî mahiyetini bulması için gerekli. Şu zamana kadar gelen iki yoldan3 biri olan nübüvvetin öğrettiği bir kavram. Ahlâk-ı İlahî, eneye, varlığının kaynağı olamayacak kadar aciz ve zayıf, benim dediklerine sahip olamayacak kadar fakir olduğunu gösteriyor. Diğer yol olan dalalete giden felsefenin problemi ise eneye kendisinden bir değer biçmesi, enenin varlık kaynağını bizzat kendisi zannetmesi, farazî, fani, zayıf değil de mutlak, kalıcı ve kesin bir varlık muamelesi yapması. Dolayısıyla ahlâk anlayışını da yine bu hakikatsiz bir varlık anlayışı üzerinden kuruyor. Ahlâk kavramının yalnızca kültürel kodlar üzerinden inşa edilerek, sosyal hayata has bir uygulama olarak görülmesi bu temel sıkıntıyı barındırıyor içinde. Bir enenin diğer enelere karşı sorumluluğundan ibaret, basit ve hayvanî bir yaşama biçimi.
Anladığım kadarıyla, ahlâk-ı İlahîye’ye göre ahlâk anlayışı diğer insanlardan bağımsız olarak, direkt kişinin kendi varlığı ve Yaratıcısına karşı durumu üzerinden kurulurken, kültürde -kültürün mahiyeti gereği- ahlâk insanlar arası bir düzlemde tutuyor. Başkaları için ahlâka karşılık Allah için ahlâk meselesi yani. Nübüvvet eneyi alıyor, temsilcisi ve tercümanı olduğu ahlâk-ı İlahîye ile ona hakikî mahiyetini gösteriyor, diğer enelere veya varlıklara karşı değil, bizzat varlık kaynağının aslına, Yaratıcısına karşı konumunu bildiriyor. Bu durumda kendi mahiyetini kavrayan, varoluşunun hikmetini anlayan, hakikî mülk sahibini bilen bir ferdin diğerlerinden bağımsız olarak doğrudan Yaratıcının kendisinden gelen bir ahlâk anlayışına sahip olması kaçınılmaz hâle geliyor.

Buraya kadar yazdıklarımdan kültürün reddedilmesi gerektiğini iddia ettiğimi düşünebilirsiniz, ama hayır. Kültürden sıyrılmış bir hayat sürmek ne makul, ne de mümkün. İnsanın var olduğu yerde kaçınılmaz bir biçimde oluşacak ve etkisini gösterecek, bundan kurtulmak kabil olmadığı gibi, gerekli de değil. Nasıl ene, mahiyetinin bilinmesi ile terbiye ediliyor ve kâinat hazinesini açan bir anahtara dönüşüyorsa, kültür de esasen insanın elinden çıktığının bilinmesiyle putlaştırılmaktan ve tabulaştırılmaktan kurtarılıyor. İnşa edildiği temel İlahî olduğunda kültür, dini yaşamak için bir araç hâline geliyor. Ahlâk-ı İlahîye ile ahlâklanmış enelerden meydana gelen bir toplumun kültürüyle, putlaşmış enelerden oluşan bir toplumun kültürü arasındaki farkı muhakemenize havale edip, sözümü 30. Söz’de geçen bir âyetle bitiriyorum:

“Kim tâğûtu reddeder de Allah’a iman ederse, işte o kopmaz ve kırılmaz, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah ise her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla bilendir.”4

Dipnotlar:
1) Mesnevi-i Nuriye
2) 30. Söz, 1. Maksat
3) age.
4) Bakara Sûresi, 256
 

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*