Edebiyat

Mecburi eğitim beş yıldı, derken sekiz oldu, derken on iki… Herhâlde böyle böyle yirmi ikiye, otuz ikiye gidecek; Sonunda da yüz yirmi iki yıl olacak tahmin ediyorum!

Ve sonuç? Sonuç, tabiî daha iyi olacak. Yıllar arttıkça kültürümüz artıyor, kelimelerimiz çoğalıyor.

Ahh, keşke… (keşke demek iyi değil ama) böyle olsaydı. Ne yazık ki, yılların artmasıyla kelimelerimiz, kültürümüz artmıyor. Bir şey diyeyim mi? Azalmış bile.

Niyetim eğitimi konuşmak değil, sadece dersimiz Edebiyat. Konumuzun başlığı bu. Edebiyatı konuşacağım. Daha doğrusu edebiyatın hayatımızdaki yerine bir bakalım mı? Bakalım.

Edebiyat yapalım mı, yapmayalım mı? Evet, böyle şeyler var değil mi: “Edebiyat yapma!” derler. Evet, edebiyat yapmak, felsefe yapmak… Demek bir şey haddi aştığı zaman derman iken dert oluyor. Bunları anlatmak için söylenmiş: Edebiyat yapma. Yani, kısa kes, Aydın havası olsun diye. (Aydın havası kısa mıdır acaba? Gidince bir bakayım; unutmazsam eğer.)

Artık ben edebiyat dersi görmedim diyenimiz olmayacak. Çünkü on iki yıl mecburi. (Dört, artı dört, artı dört. Hep böyle yapsak nasıl olur? Böyle, bir ömür okusak? İşsizliği önlemiş oluruz. Dört, artı dört, artı dört, artı dört, “dert artı dert”. Bilmem. Ona büyüklerimiz karar versin. Onlara ben karışacak değilim. Onlar isterlerse halk bir ömür dört,  artı dört gider gelir. Bu bir kenarda dursun hele; eğitimin hep bir kenar köşede eğik büğük durduğu gibi; geçelim.)

Edebiyat nedir? Edebiyatı sever misiniz? Biz işimize bakalım. Okullarda edebiyat dersi sevilmiyor mu, sevdiril(e)miyor mu? Öteki dersleri anlatamadığımız gibi bunu da anlatamıyoruz. (Ahh, yine edebiyat. Ne yapacağız? Yaz! Kurallar, kurallar, kurallar…)

Edebiyat’ın tarifiyle başlıyor iş. (Siz nasıl tarif edersiniz edebiyatı? Şöyle bir düşünün: Edebiyat nedir?)

Edebiyat, edepten geliyor. Kökü, edep. Yani eline, diline, nefsine hâkim olmanın adı edep.

Geçenlerde Yahya Efendi dergâhına çıkarken… (Tavsiye ederim bu arada, gidin, şöyle bir sessizliği dinleyin. Estetikle, güzellikle baş başa kalın. Biz akşam vakti gittik, yatsı bitimine kadar oradaydık. Aman, ya Rabbî! Ne kadar sessizlik, ne kadar güzellik! Yahya Efendi’nin mâneviyatı sinmiş; bize de sundu. Şöyle bir İstanbul’u koklarsınız orada. Kendinizi dinlersiniz. Maddeden mânâya geçişi görüyorsunuz böyle yerlerde. Ahh, ben edebiyat anlatacaktım. Eee, onu anlatıyoruz zaten.) Birkaç yere yazmışlar: “Edep ya hu!” Mezarların içinden geçip mescide ulaşıyorsunuz. Ufak bir mescid… Orada yatıyor Yahya Efendi. Kanunî Sultan Süleyman’ın süt kardeşi. Âlim, şair. Sonra bir, iki işine karışmış padişahın. Derken azledilmiş üniversite hocalığından. Bu işler böyle. Olmalı mı böyle? Olmamalı aslında. Orada kendisine bir dergâh kurmuş. Çalışmış. Eli de eğilimli biriymiş. Orada kendisine bir mekâncık edinmiş. Orada bekliyor dirilişi. Zaten diri; ölmemişler. Gidin görün; ölmediğini (orada) göreceksiniz. “Edep ya hu!”  levhaları arasında dünyadan bir müddetçiğine uzaklaşacaksınız. Edeple gelen lütufla uğurlanır değil mi? Ve yine birkaç yere de: “Eline, diline, nefsine hâkim ol!” yazılmış.

İşte, edebiyat böyle başlıyor; edeple başlıyor. Edepsizliğin olduğu yerde hiçbir şey olmaz. Değil ki edebiyat! “Duygu ve düşüncelerimizi etkili bir biçimde yazıp söyleme”ye edebiyat deniyor, öyle tarif ediliyor okullarda. Ama edebiyatı bir de şöyle tarif edelim: “Gördüğün, görmediğin her şeyin adını yeniden koymak.”

Edebiyat, bir gözlük. Neye, nasıl bakacağız, bize onu söyler.

Cemil Meriç diyor ki, “Her kitap cam bir şişe içerisinde okyanusa bırakılmış bir mektuptur.” “Söz uçar, yazı kalır” denir ya. İşte edebiyatın bu yazılı güzelliği bizlere asırlardan, ötelerden sesleniyor. Ne diyor bir yazar: “Kelimelerin gücünü bilmeden insanı anlayamazsınız.”

Edebiyat olmadan nasıl yaşayacaksınız? Yani kelimeleri çıkarın şöyle bir hafızanızdan ve kütüphaneleri kaldırın; nasıl yaşayacaksınız? İşgallerde neden önce kütüphaneleri yakıyorlar? Orayı önce kitapsız bırakıp geçmişiyle bağını koparıp bir daha üstümüze gelmesin bunlar diye, değil mi? İşte bu, kelimenin gücünü gösterir.

Dört yıl edebiyat görüyoruz. Ondan önce yıllarca Türkçe… (Edebiyata hazırlık…) Türkçesi güzel olan güzel Türkçe şiir, roman yazar. İngilizcesi güzel olan Shakespeare olur.

Türkçesi güzel olan Mehmed Âkif olur, Yunus Emre olur. Yani, dili güzel olan edebiyat/çı olur. Dili güzel kullanan edepli olur. Ve o güzel sözler, bize yol gösterir. Beş şair, beş romancı sayın deseler aklınıza kimler geliyorsa; siz biraz da osunuz.

Elimde Seda Şener’in “Kolay, Kısa, Keyifli Edebiyat” isimli bir kitabı var. Liseli kardeşlerime, lisesiz kardeşlerime tavsiye ederim.

Böyle zaman zaman edebiyatçıların toplu anlatıldığı kitapları karıştırmak da ayrı bir seyahat. Meselâ diyelim:“Yâ Rab bela-yı aşk ile kıl âşîna beni;/ Bir dem bela-yı aşktan etme cüdâ beni” diyen Fuzûlî…

Ya Rabbî, beni aşk belasıyla tanıdık eyle, bir dem ondan beni uzaklaştırma, diyor.

Cesareti olan söyler.

Bâki: “Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal;/ Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş…”

 Bir ses bırak, git, diyor. Bir ses, bir sadâ… Bir eser, bir şey bırak, git. Davud (as), Zebur’u okurken kuşlar dinlemeye geliyormuş. Güzel sese kimler gelmez! Kavl-i leyyin diye bir şey var, değil mi? Yani, yumuşak söylemek. Hani, dost acı söyler, derler ya, Mevlana da, “dost, acıyı tatlı söyler” diyor. İşte edebiyatçılar, hayatın bize böyle acı gelen yanlarını tatlandırıp, ballandırıp veriyorlar.

Karacaoğlan: “Bir kız bana emmi dedi, neyleyim!” diye yaşlandığına üzülen şair. Yaşlılığı güzelleştirmiş. Başka ne diyordu? Sık sık söylüyorum bunu;

“Üç derdim var birbirinden seçilmez: Bir ayrılık, bir yaşlılık, bir ölüm…” 

Bestesi de var bunun. Başka bir şiirinde, bir kız, “kara’” demiş ya buna. Bana “kara diyen dilber” diye başlamış söylenmeye, sitemlenmeye: “Kâbe de kara değil mi? Kahve de kara değil mi?” Yani sen misin Karacaoğlan’a kara diyen? Yerin dibine “batırmış” kızcağızı. Yooo… Kızcağızı onore etmiş, ona da iltifat etmiş aslında. Yani “iyi ki, bana kara dedin, böyle bir şiir yazmama sebep oldun” demiş. Zaten şairler, yazarlar, edebiyatçılar böyle. Siz bir şey dersiniz; oradan binbir şey çıkarır. Vesile arar konuşmaya, yazmaya…

Başka? Evliya Çelebi. Neydi meşhur eseri? Seyahatnâme… Bir rüya görüyor ya. Efendimiz’i (asm) görüyor rüyasında. Heyecandan; “Şefaat ya Resulallah” diyeceğine, “Seyahat ya Resulallah” diyor ve bir ömür boyu seyahat…

Arkadaşlarını da almış. Yani öyle tek başına değil; anlı şanlı bir seyahat. Sonra o cilt cilt, bol abartmalı Seyahatnâme’sini yazıyor.

La Fontaine… Hani oçaldı saz bütün yaz, diye gecemizi şenlendiren böcekler için yanlış bir tesbitte bulunmuş. Karıncayı överken; cırcır böceklerini dövüyor. La Fontaine’in gözlüğü onu yanlış görmüş. Karınca çalışkan tamam. Öteki de beste beste kendisine verilen görevi yapıyor.

Nedim, Goethe, Şeyh Galip…

Son Osmanlı şairi deniyor Şeyh Galip için. Genç yaşta vefat ediyor, genç yaşta şöhrete ulaşıyor. O kelimeler gidince, o şiirler de gidiyor.

Geçenlerde bir arkadaşla konuşuyoruz da… “Ben, yine eski romancıları okuyorum. Sonlardan böyle, haa deyince aklıma şair, yazar gelmiyor” demek istedim bir vapur yolculuğumuzda. Evet, dil gidince edebiyat gider. Edebiyatın temeli dildir. Evet, bizi dilsiz bıraktılar. Dilsiz kalınca, edebiyatsız kalırız. Edebiyatsız kalınca; edepsiz oluruz.

Bir an önce edebiyatımıza, edebimize dönmemiz gerekiyor. Tevfik Fikret: “Hak bellediğin yolda yalnız gideceksin” diyen ‘fena ve fani bir adam’ diye lakap kazanmı?.?

Mehmed Akif Ersoy… Tek kitabı var değil mi? Safahat.

Faruk Nafız Çamlıbel. Han Duvarları şiiriyle ve aynı isimli kitabıyla ünlü. Bir de nerede yatmış söyleyeyim mi? Yassı Ada’da. Demokrat Parti milletvekillerinden. “Bir gece kalsanız, bizim ne çektiğimizi anlardınız” diyor. Zindan Duvarları diye kitabı da var. Acılanıyoruz değil mi?

Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu… Hastalığını yazmış haa? Yazarlar kimi yazar ki? Kendisini yazar. Her yazar kendisini yazar.

Ahmed Hamdi Tanpınar… Huzur romanıyla, Bursa’da Zaman şiiriyle ünlü.

Edebiyatçılar bunlar mı, bu kadar mı? Hayır. Daha gidiyor. Bunlardan sevmediklerim var mı? Sevdiğim yazar, sevmediğim yazar diye ben pek ayırmıyorum. Bir yazarda, bir güzellik; bir şairde, bir mısra buluyorsam onu alıyorum. Yoksa gerçekten çok yanlış mısraları, cümleleri olan şairler, yazarlar var içlerinde. Fakat Bediüzzaman, fena ve fani bir adamın güzel ve bâki bir sözü vardır, diyor, Tevfik Fikret için.

“Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa;/ Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır” şiirini örnek olarak almış. Doğruyu herkes tutturamıyor. Hele bu asırda doğruyu tutturmak herkesin kârı değil.

Giderken beni karanlığa terk etme; o cümleyi söyle: Allah’a ısmarladık…

(Hafta içi her gün saat 08.00’da, tekrarı 18.00’da İstanbul Bizim Radyo’da yayınlanan “Keyfince Lügât” programından deşifre edilmiştir.)

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*