Devr-i hâl

İnsanın içinde duygular kaynar, hâlden hâle girer. İnsan bir karanlığın içinde kaybolup gider. Taşıdığı kayanın altında ezilir. Dönüp durur kendi etrafında. Dönüp durur, çıkışı kaybeder. Baktığı, dokunduğu, duyduğu her şey hüzün verir. Başı öne eğilir, omuzları düşer, gözlerindeki parıltı söner, arkadaşlarına koşar, dünyanın tüm yükünü omuzlar. Kâinatın yasalarındaki zincirler bedenlerine dolanır, belki de onlar buna inanırlar. İnsanlar inanırlar, sebepler iz bırakır derilerine. İnsanlar inanırlar, sebepler mu’cizelerin delili olur anlatılan hikâyelerde.

İnsanın içinde duygular kaynar, hâlden hâle girer. Bir an olur caminin ışıkları, koşturan insanlar, gökyüzündeki kuş sürüleri, rüzgâr, ilerlemeyen arabalar, vapur sesleri -insanın etrafındaki her şey- bir büyünün içine dolanır, her şeyi birbirine bağlayan ve bir rüyaya çeviren bir sisle örtünür. Bütün bunlar insanın kalbine sığmaz. Biraz sonra coşkuyla patlayacak bir yanardağa dönüşür. Bir anlığına tüm evren içinden akıp geçer. Tüm gelişler ve gidişler, çürümeler ve yeşermeler hepsi anlamını bulur.

Evet, insan hâlden hâle girer bu doğrudur ve bu kâinatın sırlarından bir sırdır. İnsanın kalbi Sani’nin tecellilerinin hızla deveran ettiği bir nehirdir. O öyle bir nehir ki göllere, denizlere, okyanuslara kavuşma telaşındadır hep, insan hep o kavuşma telaşındadır. Ayrılığa, ayrı düşmeye, sadece akıp gitmeye, yavaşça kıvrılmaya dayanması zor. Hep genişlemek, büyümek, sarmak sarmalamak isteğiyle yüzeyindeki sularda çalı çırpıyı da taşır, bereketli balık sürülerine de yuva olur derinliklerinde.

İnsan yaşadığı hâllerle değişik duygular hissederken bir yandan da bu değişimi fark edebilir. Bu değişimdeki sırların künhüne (cevher, öz) tam olarak vâkıf olamasa da bir izleyici konumunda içindeki duygu renklerine şahit olabilir. Her bir duygu rengi yeni bir tefekkürün kapısını açabilir ve belki de bu tefekkür bize Rabb’in yakınlığını hissettirecek en güçlü tefekkürdür.

Kendi bedenindeki, düşüncelerindeki, duygularındaki, varlığının her bir mertebesindeki değişimi ve hareketi gören insan sebepler dairesine takılıp kalırsa hem kendini hem de etrafındaki insanları acımasızca eleştirebilir. Yahut gaflet perdesiyle bedenindeki değişimlerle panikleyebilir, duygu dünyasındaki değişime kendini kaptırıp belli duygu hâllerinde takılıp kalabilir. Oysa kâinatta var olan her şey gibi sürekli bir deveranın içinde olan insan Marifetullah’tan Muhabbetullah’a giden en kestirme yolu belki de kendi bedenindeki, düşüncelerindeki ve duygularındaki değişimi tefekkür ederek bulur. Kaf Suresi’nin 16. âyetini düşünelim: “Gerçek şu ki, insanı yaratan Biziz ve onun iç benliğinin ona ne fısıldadığını Biz biliriz, çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız.” Müfessirler burada kast edilen yakınlığın Allah’ın zatının yakınlığı mı yoksa isim, sıfat ve şuunatının yakınlığı mı olduğu konusunda farklı farklı açıklamalar yapmışlardır. Elbette zamandan ve mekândan münezzeh olan Yaratıcı’nın yakınlığını mesafenin yakınlığı cinsinden anlamak çelişkilerle sonuçlanacaktır. Öte yandan Allah’ın zatını isim, sıfat ve şuunatlarından ayrı düşünmek de tevhid açısından sıkıntılı bir durumdur. Said Nursî, 16. Söz’de şems örneği ile bu müşkülata bir cevap vermeye çalışır: “Mesela, şems dünyaya girdi. Her bir âyinede aksini gösterdi. O akislerin her birinde, güneşin hâssaları hükmünde olan ziya ve ziyadaki elvan-ı seb’a bulunuyor. Eğer faraza güneş zîşuur olsa idi, harareti ayn-ı kudreti, ziyası ayn-ı ilmi, elvan-ı seb’ası sıfât-ı seb’ası olsa idi; o vakit o tek ve yekta bir güneş, bir anda her bir âyinede bulunur, her birisini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni’ olmazdı. Her birimizle âyinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken o bize bizden daha yakın olurdu.” İlim, kudret, şuur ve irade sahibi olan Şems-i Ezelî mekândan münezzehken bize şahdamarımızdan daha yakındır.

Hususan dikkat edilmesi gereken bir nokta ise şudur ki: Âyet önce insanın iç âleminde olup bitenlerin Allah’ın ilmi dairesinde olduğunu söylemektedir; daha sonra O’nun yakınlığını vurgulamaktadır. Allah’ın ilminin olduğu yerde kudretinin, kudretinin olduğu yerde hikmeti ve rahmetinin ve diğer isim ve sıfatlarının olduğunun eğitimini almış olan insan kendi benliğindeki, nefsindeki her hâlin O’nun her an ve her an yeniden yaratmasıyla var olduğunu fark edebilir. İnsanın iç âlemi hüznün, sevincin, özlemin, şefkatin, sevginin binbir rengiyle boyanır. Kimi zaman bütün âlemle bir olduğunu akışın bir parçası olduğunu hisseder, kimi zaman tüm eşyaya yabancı, varlık âlemine savrulmuş gibi hisseder. Bizler bir çiçeğin açışında, güneşin batışında, denizin dalgasında Allah’ın isimlerini tefekkür ederek, kâinattaki hareketten hayrete düşerek Allah’ın yakınlığını ararken, kendi benliğimizde olan sürekli değişimi tefekkür etmeyi, dalgaların geliş gidişi gibi duyguların ve hâllerin bizim içimizde yükselip alçalmalarını izlemeyi göz ardı ediyoruz. Yunus Emre de dizelerinde bu değişimi dile getiriyor:

“Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur,

Bir dem gelir şadi (mutlu) olur, bir dem gelir giryan (ağlayan) olur.

Bir dem sanasın kış gibi, şol zemheri olmuş gibi,

Bir dem beşaretten doğar, hoş bağ ile bostan olur.

Bir dem gelir söyleyemez, bir sözü şerh eyleyemez,

Bir dem dilinden dür (inci) döker, dertlilere derman olur.”

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*