Asr-ı Saadet’ten seçim manzaraları

Cumhuriyet, halkın kendisini yönetenleri seçme özgürlüğüne sahip olduğu devlet yönetim şeklidir. Peki Cumhuriyet, Kur’ân’ın emrettiği bir devlet yönetim şekli midir? Esasen baktığımızda Kur’ân devlet yönetimi ile alâkalı ayrıntılı prensipler koymak yerine, ana hatları ile temel meseleleri izah etmiştir. Şûranın esas alınması, adalet-i mahzanın uygulanması gibi. Bizzat Resulullah’ın (asm) kendisi bu prensipleri kendi hayatında uygulayarak reis-i cumhur olmanın örneğini sergilemiştir. İlahî vahyin, hakkında bilgisinin verilmediği meselelerde Resulullah (asm), ashabın ileri gelenlerini toplayarak onlarla istişarelerde bulunmuş ve bu istişare kararlarına bağlı kalmıştır, her ne kadar kendi reyi bu noktada olmasa bile. Uhud Savaşı örneğinde olduğu gibi. Böylelikle Müslüman topluma, kendilerinin seçim yapabileceği, fikirlerinin önemli olduğunun göstergesi olan münbit bir zemin oluşturulmuştur. Resulullah da (asm) arkasında kimseyi halife bırakmamış, ashabın bu konuda doğru karar vereceğine inanmıştır.

1935’te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nde “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?” diye Bediüzzaman’a hitaben soru yönelttiklerinde, kendisinin mahkeme reisinden başka orda bulunanlar daha doğmadan evvel Cumhuriyetçi olduğunu ifade eder. Cumhuriyet kavramının dindar kelimesi ile birlikteliğinin bu şekilde kullanımı belki de burada ilk defa dikkatleri çekmiştir. Bediüzzaman, bu konuda seleflerinden de bahseder. Cumhuriyet’in esasen “adalet, meşveret ve kanunda inhisarı kuvvet olması”ndan söz edersek eğer, Asr-ı Saadet’te Hulefa-i Raşidîn, Hz. Ebubekir başta olmak üzere diğer halifeler reis-i cumhur hükmünde olduklarının izahı meseleyi açıklığa kavuşturur.

Resulullah’ın (asm) vefatının ardından ümmetin ilk ihtilafa düştükleri mesele kimin halife olacağı meselesidir. Hz. Ali ve Hz. Zübeyir Peygamberimizin (asm) teçhiz ve defin işlemleri ile uğraşırken, Ensar’dan toplumun ileri gelenleri kendilerinden halife seçmek istemişlerdir. Kendilerinin, zorda kalan muhacirlere kol kanat gererek toplumda önemli bir fonksiyona sahip olmaları, haklı olarak belki de kendilerine bu vazifeyi uygun görmelerine neden olmuş olabilir. Ensar’ın toplandığı Beni Saide gölgeliğine giderken Hz. Ömer, yanında Hz. Ebu Bekir ve Ebu Ubeyde bin Cerrah’ı da alarak olay mahalline ulaşır. Ve yapılan görüşmeler sonucu Hz. Ebu Bekir, “emirin Kureyş’ten vezirin ise Ensar’dan” olması gerektiği vurgusunu yapar ve yatıştırıcı bir rol oynar. Kur’ân-ı Kerîm’de; övgüde, Allah’ın rızasını kazanmada muhacirlerin önceliğinden (Tevbe Suresi: 100) bahseden ayeti bu konuda delil getirir. Daha sonra Ensar’ın da güvenini kazanarak o toplulukta bulunanlardan biat alır. Fakat bunu yeterli görmeyen Hz. Ebu Bekir, mescide gelerek halkın orda toplanması ister ve orada güzel bir konuşma yaparak halktan da biat alır. Halkın çoğunluğu bu konuda tereddüt etmeden ona biat eder. Çünkü o, deyim yerindeyse “yâr-ı gâr”dır. Yani ayette geçen tabirle Sevr Mağarası’ndaki ikinin ikincisidir. Hz. Ali’nin deyimiyle Resulullah’ın (asm) en sevdiği kişi, muhacirlerin en faziletlisi ve aynı zamanda Resulullah’ın (asm) hayattayken onu imamete getirdiği kimsedir. Bu noktada halkın itimadı sağlanmıştır. Hz. Ebu Bekir’in hilafetinin ardından yaptığı konuşması ise bir devlet reisinden beklenen şu sözlerdir: “Sizin aranızdaki güçsüz bir kimse, onun başkasındaki hakkını alıp kendisine verinceye kadar benim yanımda güçlüdür. Güçlü olan kimse ise ondan başkasının hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçsüzdür… Allah ve Resulü’ne itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat ediniz. Şayet Allah ve Resulü’ne isyan edersem artık bana itaat yoktur.” Bu söylemler bile hakkın hatırının âli tutulduğunun ifadesidir.

Hz. Ömer’in halife seçilmesi ise Hz. Ebu Bekir’inki gibi olmaz. Hz. Ebu Bekir vasiyet olarak Hz. Ömer’i yerine halife bırakmıştır. Fakat bilinenin aksine Hz. Ebu Bekir tek başına bu kararı vermiş değildir. Vefatından evvel yine Medine’nin ileri gelenleri ile istişarelerini yapmış ve umumun da fikrinin bu yönde olduğu kanaati onda hâsıl olmuştur. Aynı zamanda vasiyetini yazdırıp kapının önünde halka okutmuş ve halkın yine bu şekilde görüşlerine başvurulmuştur. Hz. Ömer bunla yetinmeyip, defin işlemleri bittikten sonra mescide gelip halktan topluca biat almıştır. Bu da İslâm siyaset anlayışına uygun bir davranıştır. Halkın kendilerini yöneteni seçmelerinin neticesi bu şekilde sağlanmış olur. Çünkü devlet başkanı hangi şekilde seçilirse seçilsin neticede İslâm toplumunun onayını alması esastır.

Hz. Ömer’in, nasıl adaletli bir yönetici olarak reis-i cumhur vazifesini ifa ettiği tarihçe-i hayatı ile sabittir. Belli günlerde mescidin belli bir kısmında oturup halkın sorularını dinleyip çözüm aradığı kaydedilen bilgiler arasındadır. Devlet yönetiminde halka, hesap sorma hürriyeti de tanımıştır. Buna örnek ise; ganimetlerden herkese düşen kumaş miktarından bir elbise çıkmadığı hâlde, Hz. Ömer Cuma hutbesi vermek için çıktığında “Ey mü’minler beni dinleyin ve bana itaat edin” diye seslendiği zaman, ashabdan biri ayağa kalkar ve:

“Üzerindeki elbisenin hesabını vermedikçe seni dinlemiyor ve sana itaat da etmiyoruz. Çünkü ganimetten bize düşenle bir elbise yapmak imkânsızdı. Sen nasıl oluyor da elbise olabilecek kumaş alabiliyorsun” der.

Hazreti Ömer (ra), o kişinin konuşmasını dinledikten sonra, oğlu Abdullah’a:

 “Ey Ömer’in oğlu kalk cevap ver” der. Abdullah bin Ömer ayağa kalkar:

“Allah’a yemin ederim ki, babamın üzerindeki kumaşın yarısı benim hisseme düşen kumaştır. Babam ikimizinkini birleştirdikten sonra elbise yaptı” diyerek meseleyi izah eder.

Hazreti Ömer’in oğlunu dinleyen sahabe tekrar ayağa kalkarak:

“Ya Ömer, şimdi konuş. Hem seni dinliyor ve hem de itaat ediyoruz” der.

Hazreti Ömer de ancak ondan sonra hutbesini okumaya devam eder. Düşüncelerin böylesine değer gördüğü ve halkın yöneticisinden hesap sorup adaletin hâkim olduğu zamanlardır bu zamanlar. Devlet yöneticisinin de hesap sorulmasından razı olduğu devirlerdir. Çünkü yanlış bir şey varsa düzeltilmeli ve Allah’ın rızası gözetilmelidir.

Hz. Ali zaman zaman Hz. Ömer’in bir yanlışını gördüğü zaman onu uyarmıştır, Hz. Ömer “Ali olmasaydı Ömer helak olurdu” demiştir. Mescitte konuşma yaparken kadınlara çok mehir verilmesine sinirlenen Hz. Ömer mehirin azaltılmasını isteyince, yaşlı bir kadının çıkarak, ayete muhalif hareket ettiğini, ayette “kantar kantar verdiğiniz mehirlerden” (Nisa Suresi: 20) ifadesinin kullanıldığını hatırlatması üzerine Hz. Ömer inmiş olduğu minbere geri çıkarak “kim ne kadar mehir vermek istiyorsa verebilir” der. Görüldüğü üzere Asr-ı Saadet, gerçek mânâda, yaşayış, anlayış, yönetim, fikir hürriyeti hususunda saadet asrı olmuştur. Demokrasi, hürriyet mânâları resim ve isimden ibaret kalmayıp hakikî mânâsını bulmuştur. Yalnız şu da vardır ki, bağlayıcı olan Kur’ân ve Sünnet olmuştur.  İnsanların hür olması Abdullah olmasının önüne de geçmemiştir.

Hz. Osman’ın halife seçilmesi ise, Hz. Ömer’in halife seçme işini aşere-i mübeşşere dediğimiz Cennet’le müjdelenen ve o zaman hayatta bulunan sahabelerin reyine bırakmasıyla olmuştur. Abdurrahman bin Avf’ın başkanlığında durum görüşülmüş, Abdurrahman (ra) ise sadece bu heyetin değil halkın düşüncesini de önemseyerek Hz. Ömer’in vefatını müteâkiben 3 gün boyunca halkın da görüşlerine başvurmuştur. Bunların arasında, perde arkasından hanım sahabelerin ileri gelenlerinin fikirlerinin alınmasının da önemli bir ayrıntı olduğunu kaydetmek gerekir. Neticede Hz. Ali ile Hz. Osman arasında kalındı ise de Abdurrahman bin Avf’ın sorduğu suale verilen cevapla, Şûra Meclisi’nin de ittifakı ile Hz. Osman halife seçilmiştir. Bu vazife makamına geldiğinde Hz. Osman yetmişli yaşlarında bulunmaktadır.

Hz. Osman’ının canice katledilmesinin ardından halifelik makamının boşalması ile halife seçme meselesi tekrar gündeme gelmiş ve Hz. Ali’nin tabiri câiz ise halife olmaktan başka çaresi kalmamıştır. Hz. Ali, dört buçuk sene gibi kısa bir halifelik süresinin içine bolca acı olay sığdırmıştır. Bundan önce ise, 4. Lem’a’da belirtildiği gibi, her ne kadar Hz. Ali halife değilse bile, halifelerin şeyhülislamı konumunda bulunmaktadır. Ve hakka taraftar olarak vazifesini icra etmiştir.

Hz. Ali’den sonra ise Hz. Hasan’ın 6 ay gibi kısa bir hilafeti söz konusu olduysa bile hemen ardından halifelik artık saltanat şekline bürünmüştür. O saltanattan “ceberut ve fesad-ı ümmet olacağını” Hz. Peygamber haber vermiştir. Üstadın da sadece Hulefa-i Raşidîn’i cumhurun reisi olarak tavsif etmesi de bu anlamda ma’nîdârdır.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*