Benlik ve bellek

Klasik bir Yeşilçam sahnesidir. Kahramanımız elim bir kaza sonucu hâfızasını yitirir ve kim olduğunu hatırlamaz. “Kimim ben?” diye sorarak uyandığında, yatağının başında toplanmış olan sevdiklerinin yüzünde derin bir hüzün belirir. Artık yapılacak olan, talihsiz hastayı eskiden vakit geçirdiği yerlere götürmek, muhtelif objelerle ve fotoğraflarla hâfızasını geri getirmeye çalışmaktır. Ama asıl soru şudur: Eğer anılar kaybolursa, benlik de kaybolur mu?

Bu soru yüzlerce -hatta belki de binlerce- yıldır insanların zihnini meşgul etmiş olmalı ki, bellek1 ve benlik konusu felsefe, psikoloji ve edebiyat literatürlerinde kendine derin bir yer bulmuş.

Bellek, oldukça geniş bir konu. Bu örnekte hastamız kim olduğuna dair anılarını unutuyor, ancak konuşma, yürüme gibi yine sonradan öğrenilmiş ve beyinde saklanmış aktivitelerle ilgili bir sorunu yok. Bir arkadaşını gördüğünde tanımıyor, ama önüne mercimek çorbası koysanız -mercimek çorbasını bildiğini ve sevdiğini varsayarsak elbette- muhtemelen tereddüt etmeden içebilecek.

Beyinde pek çok farklı noktalarda saklanan bellek tipleri mevcut. Her duyunun kendine has bellek merkezleri olduğu gibi, kasların, hatta her hücrenin bile kendi içinde bellek mekanizması denilebilecek mekanizmalarının var olduğuna dair bulgular var. Bizim gündelik hayatta bellek deyince zihnimizde uyanan ve hatıralarla ifade ettiğimiz -ve örneğimizdeki talihsiz hastanın yitirdiği- bellek tipi anısal belleğin bir türü olan otobiyografik bellektir. “Hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçti” cümlesindeki film şeridi, aslında otobiyografik bellekteki anılardan oluşur. Otobiyografik bellek, yalnızca olay içerikli hatıraları değil, mekânlar, kişiler, telefon numaraları gibi daha çok anlamsal (semantik) bellekte bulunan bilgileri de içerir. Benlik ve belleğin ilişkili olduğu kısım ise otobiyografik belleğin içindeki öztanımlayıcı anılara (self-defining memory) geldiğimizde ortaya çıkıyor. Öztanımlayıcı anılar, adından da anlaşılacağı gibi şu an olduğunuz kişi olmanızda etkisi olan ve sıklıkla hatırladığınız anılardır. Gelelim zurnanın zırt dediği yere. Bellek, inşa edilen bir yapıdır. Aynı olayı yaşayan iki insan birbirinden çok farklı iki anıya sahip olabilir, çünkü kendi kişiliği, kişisel tarihçesi, olayı yaşarken ve anlatırken içinde bulunduğu ruh hâli anıyı kaydetme ve hatırlama biçimini etkiler. Dahası, insan bir anıyı belleğinden geri çağırırken yorumlamak ve anlamlandırmak zorunda kalır. Bunu yaparken anıyı bir miktar bozar, detaylar ekler/çıkartır, değiştirir, kronolojisiyle oynar vesaire. Tüm bunları tamamen farkında olmayarak yapar. Ve evet, öztanımlayıcı anılar da bundan beri değil. Kendimizi tanımlarken dayandığımız en büyük veri kaynağımız aslında oldukça sübjektif ve güvenilmezdir.

Bellekle ilgili tüm bunları öğrendikten sonra, yıllarca zihnimi kurcalayan “Eğer anılarım kaybolursa, ben de kaybolur muyum?” sorusu, yerini “Eğer benliğimi tanıdığım anılarım doğru değilse, o zaman ben kimim?” sorusuna bıraktı. Öyle ya, her şey benim değişken aynamda gördüğüm gibi değil. Bir hakikî ben olması gerek. Öyleyse, kendi güvenilmez ve zayıf hâfızamı bir kenara bırakıp benlik üzerine tefekkür edeyim. “Ben kimim?” diye sorduğumda ne cevaplar alıyorum kendimden, tek tek analiz edeyim. Bir ismim var, bunun yanında taşıdığım sıfatlar var, hayat sahibiyim, ruhum, aklım, kalbim, şuurum var, bunlar tüm insanlarla paylaştığım özellikler, kim olduğum konusunda yeterince açıklayıcı değiller. Biraz daha düşününce bir anne ve babanın kızıyım, ablayım, arkadaşım, eşim, psikoloğum vesaire, bunlar da başkaları üzerinden veya sonradan kazandığım ünvanlar. Benliğimin bir parçasını -belki de dış kabuğunu- oluşturuyorlar, ama aslıma dair hâlâ tatmin edici bir cevap bulabilmiş değilim. Kendime dair tüm anılarım yine o dış kabuğu şekillendiriyor, çekirdeğe tam olarak ulaşamıyor. Düşünüyorum ki, bir şey olmalı; ben kendimi unutsam, belleğimde ne ismim kalsa ne şu ana dek yaşadıklarımdan tek bir iz. Dilimi, yaşadığım yeri dahi unutsam ve başka herkes de beni unutsa, beni ben yapan bir töz olmalı. Ben diyecek hâlim kalmadığında bile değişmeyen o şey ne olabilir derken, bir yolculukta uçağın penceresinden seyrettiğim bulutlar geldi aklıma.

Bulutları o kadar yakından gördüğümde her birinin şeklinin nasıl da farklı olduğu dikkatimi çekmişti. Hiçbiri diğerine benzemiyordu. “Ben bulut çizsem” diye düşündüm, “rastgele şekiller yapardım ki, birbirine benzemezdi böylelikle”. O anda bir şimşek çaktı içimde, ben rastgele yapardım, ama her şeyi bir kast ve iradeyle yaratan, ne yaptığını hakkıyla bilerek yapan öyle yapmış olamazdı. O bulutun tam olarak o şekilde olmasını istemişti, ne yarattığının farkındaydı. Bir bulutu bilerek yaratan, elbette beni de bilerek yaratmalıydı. Kalabalığın içinde bir karaltı değilim onun nazarında, bizâtihi beni yaratmayı kast ederek yaratmış beni. Aradığım töz bu olmalı, aslım ve esasım ne maksatla yaratıldığımdır.

Kendi belleğim değişken ve kıvrak, aynam bir parlak/bir bulanık olabilir. Bir şekilde temas kurduğum, varlığımın farkında olan herkes -ben de dâhil- bir şekilde beni unutabilir. Ancak yeryüzünde hiçbir şey, yaratılış maksadımı -o bana özel, biricik olan maksadı- silecek kudrette değildir. İnsan kendi hâfızasıyla değil, Yaratıcı’nın hâfızasıyla var olur, kim olduğu bilgisi orada saklıdır. Böylelikle O’nun bekâsı herkese yeter.

Tüm bunları düşünmekle, “Ben kimim?” sorusu içimde bir girdapken bir yola dönüştü. İknâ oldum ki, insan Sâni’’in maksadını bilebilir ve O’na muhataptır. Kim olduğum bilgisi, o yolda saklıdır. O yol da, bir dua üzerinde kuruludur:

“Ey Rabbim, hayatımı beni yarattığın maksat uğrunda harcat!”

Dipnot:
1) Gündelik hayatta daha sıklıkla kullandığımız “hâfıza” kelimesi yerine bellek kelimesini tercih etme sebebim, literatürdeki mânânın anlaşılması ve gündelik hayatta kullandığımız mânâların yazıya karışmamasını istemem.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*