Ne için tüm bu kaydetmeler?

İnsan saklar, kaydeder, bazen biriktirir, koleksiyon yapar, hatırında tutmak için çaba harcar. Bunun için tonla yöntem gelişmiştir zaman içerisinde. Kimisi yazar; gününü, haftasını, asrını, fikrini yazar. Bazen şiir yazar, bazen makale. Kimisi çizer; dış âlemde ve kendi küçük âleminde gördüklerini. Kimisi sesleri ve görüntüleri kaydeder. Kimisi onun, bunun, kendisinin heykelini yapar. Kimisi insanların hâfızalarına yazmak için güzel anılar kurgular. İnsan bazen bir kâğıda, bazen bir taşa, bazen toprağa, bazen bilgisayar hâfızasına, bazen bir telefon uygulamasına, bazen başka bir insana bir şeyler kaydeder. Bazen de zihnine, aklına, hissine, kalbine ve başka kalplere kaydeder. İnsan doğalı beri hiç durmadan, öyle ya da böyle, farkında olarak ya da olmayarak, oraya buraya sürekli onu-bunu-şunu kaydeder. Peki, insan neden bir şeyleri saklar, kaydeder; kimden saklar, ne için saklar? Gidenler gidiyor, akanlar akıyorken, nedir yani bu bir şeyleri muhafaza etme çabası?

Distopya kurgulama yöntemini bilirsiniz. Bir durumun, uygulamanın, davranışın, gidişatın en uç hâli hayâl edilerek bunun üzerinden bir dünya tasavvuru kurulur. “Olağan bir unsur tamamen ‘yok’ olsaydı yahut bir takım ‘unsur ve kavramlar’ paketi toplumda-âlemde baskın hâle gelseydi ne olurdu?” sorusunun cevabı aranır. Açıkçası bu yöntemi çok seviyorum, özellikle kendimi bildim bileli; kâinat yaratılalı beri süregelen küllî hakikatler üzerinde cüz’i de olsa bir idrak geliştirebilmek için oldukça yararlı buluyorum.

Öyleyse, “hâfıza-kaydetme-hatırlama” gibi kavramların olmadığı, muhafaza kanunun işlemediği ya da birden işlemez hâle geldiği bir âlem tahayyül ediyorum. Böyle bir âlemde “bilginin birikmesi” olamayacağı için ilerleme-tekâmül olamayacaktır. İnsanın kendisiyle ve başka insanlarla olan iletişimi sekteye uğrayacaktır, çünkü herkes ve kendisi ona yabancı olacaktır, tanışıklık hatırlamaya bağlıdır. Bütün saydığımız hatırlama faaliyetleri, yazmak-çizmek tarihe karışacaktır, ki zaten tarih de olmayacaktır. İnsanın konuşması, işlemesi, yaşayışı hep hatırlamakla olduğu için artık durağan bir mahlûka dönüşecektir. Neslin devamı da muhafaza kanunun bir parçası olduğu için kâinat kalabalığını yitirecektir. En küçük zerreden en büyük seyyareye her şey, işleme “programlarını” hıfzedemediğinden hareketlerini bırakacaklardır. Aslında muhafaza kanununun olmadığı o bir anda kâinat ve insan canlılığını kaybedecek ve donuklaşacak, dağılacaktır.

Bu kısa süreli distopik muhayyilem beni 29. Lem’a’daki şu satırlara götürüyor; “…nimetin devamı, nimetin zâtından daha kıymetlidir. Lezzetin bekàsı, lezzetten daha lezizdir. Cennet’te devam, Cennet’in fevkindedir. Ve hâkeza… Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakkın hafîziyeti tazammun ettiği nimetler, bütün kâinatta mevcut, bütün nimetlerden daha çok ve daha üstündedir.” Anlıyorum ki hafîziyet ve hâfıza eşsiz bir nimet. Hususî ve küllî “nimet” olarak tanımladığım her ne varsa onları görebilmem, hissedebilmem, onlardan nimetlenebilmem “ism-i Hafîz”in tecelliyatıyla birlikte oluyor. O kadar aşikâr ve kesintisiz bir nimet ki, aslında yokluğunu hayâl bile edemiyorum.

“Hifzun/hâfıza” sözcüğü Müfredat’ta şu iki şekilde tanımlanıyor: “Anlama neticesinde ulaşılan bir şeyin sabitleşip kalıcı olmasını sağlayan nefsin bir hey’eti” ve “Kaybedilen veya daha önce bilinen bir şeyle ilgili ya onu bulmak ya da onunla ilgili tekrar bir bilgi elde etmek için gösterilen her tür çaba yahut bir şeyi muhafaza etmek, ıslah etmek, düzeltmek, iyi ve güzel duruma getirmek veya onun hakkında bilgi yenilemek amacıyla yapılan her tür gözetip kollama ya da yoklama.” Bu tanım “muhafaza” hakkında daha geniş bir görüş edinmeme vesile oluyor. Muhafaza yalnızca bir şeylerin olduğu gibi saklanması anlamına gelmiyor. Aslında “muhafaza” tekâmül sürecinin bir parçası. Hıfz hakikati “düzeltmek, iyi ve güzel bir duruma getirmek-gelmek” amacını, aşamasını içeriyor.

Bu tefekkürden Şualar’daki hâfıza tanımına yollanıyorum; “…hadîsçe ‘zahr-ı kalb’  denilen insanın hâfızası, ekser envaın bir çeşit muhtasar fihristesi ve bir küçük nümune haritası ve şecere-i kâinatın bir mânevî çekirdeği ve ekser esmâ-i İlahîyenin incecik bir âyinesi olduğu…” Bu tanım bana hâfızanın farklı cihetleri, hıfzın farklı yöntemleri olduğunu gösteriyor. Muhafazanın “fihriste-içerik, çekirdek-program-kod, âyine-tecellî” diye gruplayabileceğim üç ciheti olduğunu fark ediyorum. Yani hâfıza vesilesiyle hem “kod, çekirdek” taşınıyor hem de esmanın farklı tecellîleri okunuyor, kaydediliyor. Bu hıfz, hâfıza tanımlarını bir kenara kaydederek hafîziyet üzerine fikir teatisine devam ediyorum.

“Bir ân-ı seyyâle yaşamak, hadsiz envâr-ı vücuda medardır” cümleciği zihin gündemime düşüveriyor ânîden. Bir an yaşamak yalnızca, o andan ibaret değil, diye anlıyorum. “Hafîziyet”in perdeli ve cüz’i bir tecellîsine mazhar olan insanın bir “an”ı kaydediş yöntemlerinin çokluğunu düşünüyorum. Herhangi bir olay-an yazıyla, resimle, görüntüyle, karikatürle, videoyla, farklı boyutlarda, farklı açılardan, farklı uzaklıklardan, farklı cihazlarla, farklı yazılarla, farklı pozlamalarla, farklı çizgilerle, farklı uzunluk ve kısalıkta kaydedilip saklanıyor. İnsan, bir “an”ı çeşit çeşit kaydedebiliyorken hakikî Hafîz olan yaratıcımın da her anı hadsiz farklı şekillerde kaydettiğini-kaydedebileceğini ve o hafîziyetini anlayabilmem için bana da pek çok hıfzetme metodu verdiğini fark ediyorum. Bir “an” maddî ve manevî, büyük ve küçük, sureten ve manen, gördüğüm ve görmediğim pek çok hâfızada kaydediliyor. Böylece hayâlimdeki o “bir an” geçiciliğini, küçüklüğünü, önemsizliğini yitiriyor. Hâfızaların “âyine” olması mânâsı, insanın hâfızasının da aslında O’nun hafîziyetinin bir parçası olduğunu gösteriyor. Öyle ki “bir anın, bir resmin” kaydedilmesi Ehadiyet cilvesiyle o tek bir anın farklı farklı âyinelerde yansımasını da kapsıyor. Yani bir anın çeşit çeşit hâfıza ayineciklerinde hadsiz şekillerde kaydedilmesiyle o an “bir an” olmaktan çıkıyor.

Tohumda, çekirdekte, hücrede, insanda, toplumda, havada, suda, toprakta, zerrede, kalpte, zihinde, arzda, semada, âlem-i misalde maddî-manevî, büyük küçük hâfızaları zihnimden geçirirken kâinat meşherinin kuruluş amacına dair şu satırlar hatırıma geliyor; “Bir veçhi, bizzat nazar-ı dekaikâşinâsıyla görsün. Diğeri, gayrın nazarıyla baksın.” Pek çok dairelerdeki farklı farklı hâfıza ayineciklerinde hıfzetmesinin yanında, her şey bizzat O’nun ‘inceliklere nüfuz eden’ nazarı tarafından izleniyor, muhafaza ediliyor. “Hafîziyet” hakikatinin en lezzetli bir mânâsı O’nun tarafından hıfzediliyor olmak, diye hissediyorum. Bunca hıfzedilişi bekâ âlemi olmadan düşünemiyorum.

Kaynakça:
Nursî, B. S., Lem’alar, İstanbul, 2018, s. 495, Yeni Asya Neşriyat.
Nursi B. S., Mektubat, İstanbul, 2018, s. 339, Yeni Asya Neşriyat.
Nursî, B. S., Şualar, İstanbul, 2018, s. 35, Yeni Asya Neşriyat.
Nursî, B. S., Sözler, İstanbul, 2018, s. 144, Yeni Asya Neşriyat.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*