Kime merhamet edilmez?

İnsanlardaki her güzel duyguda olduğu gibi merhametin de kaynağı Cenâb-ı Hak’tır. Sonsuz şefkat, rahmet ve merhamet sahibi olan Cenâb-ı Hak, biz insanlara bu duyguları kendisine nispeten denizde bir katre misali dercetmiştir. Bu sayede bizler başka insanlara, hayvanlara ve tabiatta olan hadiselere merhametle yaklaşabiliyoruz. Peki, merhamet duygusunu, bize verilme hikmetine uygun olarak nasıl kullanacağız?

Dinimiz her türlü duyguyu ve hissi vasat mertebede ve şartlara uygun olarak kullanmamızı emreder. Bu, merhamet duygusu için de geçerlidir. Zira merhamet ederken haddi aşabilir yani Cenâb-ı Hakk’ı tenkit edecek bir duruma girebiliriz. Çocuk ölümleri, açlıktan meydana gelen ölümler, toplumda olan bazı hadiselerde bizim merhametimiz Cenab-ı Hakk’ın merhametinin önüne geçebilecek bir vaziyet alabilir. Hatta baharı temaşa ederken bile hayat sahibi mahlûkların kısa bir an görünüp kaybolmaları insana vaveyla-i ruhî hissettirebilir. Kaldı ki, insan kafilelerinden bir grup olan kâfirlerin ebedî Cehennem’e atılmaları, rikkat-i cinsiyemiz itibari ile “Yazık değiller mi?” sorusunu sormamıza neden olabiliyor.

Merhametli Hâlıkımız hidayet nurlarını her an herkese feyyaz-ı mutlak vasfıyla gönderiyor. Bu feyizleri, hidayet nurlarını kabul edip etmemek bize bırakılmış. Kabul ettiğimizde hayrı kabul edip Cennet’e ehil bir vaziyet alıyoruz. Fakat mutlak hayır olan hidayeti kabul etmediğimizde -sıkıntı burada başlıyor- şerre kaynaklık ediyoruz. Çünkü şer, mevcut olarak dış dünyada var edilmemiş. Ne zaman ki insan hayrı kabul etmez ise o zaman şer mevcut oluyor. Şerre kaynaklık yapan insan olduğundan Cehennem’i hak edecek bir mevki alıyor.

Kâfirin Allah’ı inkâr etmesi ile birlikte mevcudatın tesbihlerini, tazimlerini inkâr etmesini Bediüzzaman, “cinayet-i mutlak ve zulm-ü azîm” olarak nitelendirir. Allah’ın kâinat üzerindeki fillerini ve tasarrufatını inkâr etmenin cezasını ise ancak Cehennem temizlemektedir. Bu durumdaki insan en acınacak bir hâlde olduğu hâlde hiç acınmaya müstahak olmaz. Çünkü zarara kendi rızasıyla girene hak, hukuk, adalet namına merhamet edilmez. Kur’ân’ın mânâsı ve onun tecessüm etmiş hâli olan Resulallah’ın (asm) tebligatı ayrıca her asırda gelen âlimler, müceddidler ve binlerce bu minval üzerine yazılan kitaplar bu hakikate işaret etmiştir. Kâfirler, bu gerçeği bildiği hâlde ısrarla İslâm’ın emir ve yasaklarına muhalefet etmişlerdir. İslâm’a aykırı olan bu davranışlarının neticesinin zarar olduğunu bilmelerine rağmen kendi iradeleriyle, rızalarıyla ve şuurlu bir şekilde bu menfî amelleri istemiş ve yapmışlardır.

Bahsi geçen durum “Zarara kendi rızasıyla girene merhamet edilmez” kaidesini akla getirmektedir. Bu ifade, âyet-i kerîme ve hadis-i şerif meâli olmamakla birlikte hukuku, adaleti ve cezayı tatbik edecek şahsı ve hükmü vereni ilgilendiren bir kaidedir. Fakat bu kaideyi ihsas edecek hadisler, mânâ itibariyle mevcuttur. Evet, bu kaide gereği zarara kendi şuuru, isteği ve rızasıyla bilerek girene; neticesi itibariyle cezayı tatbik etmekle kanun ve adalet adına acınmaz ve merhamet edilmez. Zira Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden fazla rahmet, ihsanından fazla ihsan edilmez. Öyle ise; insanlar arasında hakkın, hukukun ve adaletin muhafazası için, cezalar uygulanırken; şefkat etmek ve acımak Allah’ın takdir ve tensibine muhalefet etmek demek olduğu gibi, gadaplanıp öfkelenmek de insanların haddini aşmaları demektir. Her ikisi de takdir-i İlâhîyi tenkit anlamına gelir. Böyle bir davranış kişiyi mesul eder ve asla doğru değildir.

Peki, “zarara rızasıyla girmek” ne demektir? Rıza; irade, şuur ve kasttır. Bu kişilerin zarara girme iradesi, inat ve ısrar biçiminde sürdüğü sürece bu kişiler hakkındaki bu hüküm de geçerli kalmaya devam eder. Ancak bu kişiler, daha sonra bu konudaki rızalarından vazgeçerse, uhrevî hayatlarını tehlikeye atacak kötülüklere tövbe edip hak yolda sebat ederlerse bu hüküm ortadan kalkar. Çünkü tövbe ile insan, yapmış olduğu günah ve kusurlardan kurtulur ve o günahı hiç işlememiş gibi tertemiz olur.

Buraya kadar her şey tamam, ama Peygamber Efendimiz (asm) “Allah, insanlara merhamet etmeyene rahmette bulunmaz.”1 buyuruyor. Zarara girene merhamet edilmediği takdirde Allah’ın rahmetinden mahrum kalınmaz mı? Öncelikle bu hadisin hangi mânâyı muhteva ettiğine bakmamız lâzımdır. Zira aslı Arapça olan hadislerin Türkçe tercümesinde mânâ tam olarak yansımayabiliyor. Bu sebeple hadis âlimlerinin bu konuda yaptığı izah ve yorumlara bakmakta fayda vardır. Tefsir, hadis, fıkıh âlimi olan Abdullah bin Sa’d bin Ahmed bin Ebî Cemre bu hadis hakkında şöyle bir yorum yapar: “Bu hadiste şu mânâ muhtemeldir: Herhangi iyilik şekillerinden biriyle başkasına iyilik yapmayan kimseye hiç sevap hâsıl olmayacaktır.
Bu durumda hadisten murad şu olabilir: Kimde dünyada iken imanın merhameti yoksa, ona âhirette rahmet edilmez, yahut kim Allah’ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçmak sûretiyle nefsine merhamet etmezse, Allah da ona rahmet etmez; çünkü Allah nezdinde ona verilmiş bir vaad, bir garanti mevcut değildir.”
Bu durumda tercümede zikri geçen merhametten maksadın amel, rahmetten muradın da amelin karşılığı olan mükâfat olduğu ifade edilebilir.2

Elhâsıl: Gerçeği bilmelerine rağmen zarara kendi iradeleriyle girenlere ceza tatbik edildiği vakit, hak namına merhamet edilmez.  Zira Cenâb-ı Hak mutlak adalet ve sonsuz merhamet sahibidir. Kimin haddi var ki O’ndan daha fazla merhamet etsin. O, dilediği kulunu bağışlar, dilediğine istediği kadar ceza verir. Bizlere düşen, insanları, zarara girmeden evvel yaptıkları kötü fiiller için uyarmak, nasihat etmek, irşad etmek ve zarara girmeleri hâlinde de akıbetleri hususunda onlara dua etmektir.

Dipnotlar:
1) Buhâri, Tevhid: 2, Edeb: 27; Müslim, Fedail: 66; Tirmizi, Birr: 16
2) https://sorularlaislamiyet.com/merhamet-etmeyene-merhamet-edilmez-seklinde-bir-hadis-var-mi-nasil-anlamaliyiz-bize-tavsiye 

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*