Leyla ve Mecnun

Leyla ve Mecnun…
Buna benzer neler vardı? Başka aşk hikâyeleri de değil mi? Leyla ve Mecnun, Ferhat ve Şirin gibi aşk hikâyeleri toplumun hâfızasına kazınmış. Bugün Leyla ve Mecnun’un aşk hikâyesine bakalım.

Aşk… herkesin tanıdığı bir kelime. Âşık ve maşuk; herkes tanır bu iki kelimeyi. Çünkü insan aşk ile hep iç içe. Ya geçicisiyle ya kalıcısıyla… Geçiciden kalıcıya geçmemişse; onun için hep bir azap, sıkıntı vardır.

Leyla neyi anlatır? Leyla geçici sevgilerin sembolüdür. Mecnun geçiciliklerin peşine düşen; bir müddet sonra Leyla’dan Mevla’ya geçen bir karakter. Burada Leyla ve Mecnun hikâyesini özetleyecek değilim. Hepimizin içerisinde bu hikâye var, fakat birazcık anlatayım isterseniz.

Mecnun; Leyla, Leyla, Leyla… diye yüzlerce, binlerce, yüz binlerce, trilyonlarca ne kadarsa artık, söylenir durur: Leyla, Leyla, Leyla…
“Leyl” gece demek. Acaba diyorum: “Leyla da gözükmeyen bir şey mi ya da serap gibi bir şey mi?”

Gece neyi göreceksiniz? İşte bir ümit ışığı olsun diye yıldızları yaratmış Allah. Bizi hepten geceye bırakmamış. Gecenin âşığı acaba yıldızlar mı? Çıkıp çıkıp geliyorlar.
Şimdi konuşurken aklıma geldi. Yıldızlar, Mec­nun; gece, Leyla mı? Ve belki de tam kavuşacakken sabahleyin birbirlerinden ayrılmaları mı bu hikâyenin özeti!
Leyla “gece” olsa gerek; tutulamayan bir şey. Gözükmeyen bir şey. Gözüken, ama göremediğimiz bir şey veya içinde kaybolduğumuz…

Acaba dünya mı Leyla? Peşinden koşuyorsunuz ve çok azımız o Leylalara kapılmıyor.
Kulaklarımda çınladı işte: “Faniyim; fani olanı istemem. Âcizim; aciz olanı istemem.”
Tutup birileri sana yardım ediyor. Yardım eden de, yardım edilmeye muhtaç. İnsan her zaman aç, her zaman açıkta. Bu bizim kimliğimiz, apoletimiz, açlığımız, açıklığımız… Çığlık atalım diye değil; atamadığımız çığlıkları da duyar O. Esas o içimizin çığlığı var ya… İşte kavuşamadıklarımıza, ulaşamadıklarımıza hep çığlık atar içimiz. Bu kâh Leyla, Leyla diye kâh dünya, dünya diye kâh annenizi, babanızı sevdiğinizi gösteren çığlıklar olur. Çocuklarınızı, kardeşlerinizi, ağabeylerinizi, ablalarınızı, ‘her neyse’lerinizi özleyen çığlıklar olur. Olur da olur, ama çığlık attıklarınız teker teker gider veya siz gidersiniz.
Leyla ve Mecnun’u anlatacaktık; ne(re)lere geldik!

Mecnun bir ömür gezer: Leyla, Leyla… Karşılaşırlar, iyi mi!
Mecnun der ki: “Sen Leyla mısın?”
Şöyle bir yaklaşır, yan döner gibi bakar. “Evet!” der, Leyla. “Duydum ki peşimdeymişsin.”
Mecnun: “Peki sen ölücü müsün Leyla?”
“Ooo, sen de” der, Leyla. “Sen de ölücüsün Mecnun.”

Mecnun kendinden geçmiştir artık. (Kendinden geçiş, kendisinden geçtiğin şeye göre değer kazanır. Kimisi çocuklar gibi oyuncaklar için kendisinden geçer; onlarla oynarken dünya bir tarafa oyuncaklar bir tarafadır. Ve mülakat diyelim, diyalog diyelim, görüşme diyelim, devam eder Mecnun ile Leyla’nın bu hâlleri.)
Bir gün ayrılacağız. Ölümden önce öleceğiz,

Leyla da ölecek, Mecnun da… Ondan önce ayrılıklar var. İşte Karacaoğlan’ın dediği: “Üç derdim var birbirinden seçilmez.” (Geçilmez de diyebilirsiniz; geçemiyorsunuz; isteseniz de:
“Üç derdim var, birbirinden seçilmez;
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.”
Üç büyük dert… En büyük dert de ölüm! (Gerçi Karacaoğlan ayrılığı ölümden daha dertli görür de adamına göre değişir.)

“Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.” Ölümü sona almış. Başa alamazdı zaten. Yani kademe kademe saymış. Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm. Veya birinci sırada olabilir ayrılık; yoksulluk ikinci sırada… Şairine göre değişir.
Dert diyor şair. İnliyor. Dert insana yapışan şey demek; buradaki dertten kasıt, şikâyetlenmek anlamında olmasa gerek. Koca şair herhalde ölümden şikâyetlenecek değil ya! “Olursa bir şikâyet ölümden olsun!” diye bir Cumhuriyet şairi söylemiş: Cahit Sıtkı.

Onların ölüme, ayrılığa, yoksulluğa bakışı daha bir farklı. Yoksulluk nedir? Yoksulluk onlar için herhalde bir barınma yeri yoksa, ki o da dert değil belki; göçebelik var. Daha sonra “yerleşik hayat” ortaya çıkıyor. O yüzden ben göçebelere ayrı bir bakarım; onlara ayrı bir yakınlığım var. Konar-göçerler var ya! Efendim kâh orada kâh burada. Bir çadır, etrafta bir ocak, gel keyfim gel! Öyle midir acaba! Öyledir herhalde çünkü yüzlerine bakıyorum “sevinç” içindeler.
(Gidip-gelip hikâyeyi yaralıyoruz belki, ama oradasınız değil mi, yani hikâyedesiniz!)

Ne diyordu Mecnun:
“Sen ölücüsün Leyla!”
“Evet Mecnun, sen de ben de ölücüyüz.”
Ve o zamana kadar Leyla, Leyla, Leyla… diyerek gezen Mecnun döner ve yoluna Mevla, Mevla, Mevla… diye devam eder.

Ne düşündünüz? Bir ömür peşine düşmüş belki de! Leyla’dan nazarını çevirdiğinde yaşı kaçtır bilemiyoruz ama şu var ki Leyla geçicilikleri temsil ediyor. Mevla sonsuzluğun tek adresi. Çünkü insan geçici şeylerden hoşlanmaz; kalıcılık ister. Bir şey alırken de sağlam olsun ister. Ve güzel yol(culuk)­lar bitmesin isteriz. İnsan biten şeylerden sür’atle uzaklaşır. Ebedî zannettiğimiz için zaten bu kavgalar. Dünyayı ebedî zannediyoruz ve bunun için çok kısa hayata uzuuun evler yapıyoruz.

Ahir zamanda evlerin daha sağlam yapılışı; gafletin sağlamlaştığını gösterir. Tefekkürden uzaklaştıkça işte, binalar yükselir ve dünyaya daha bir sarılırız. Elbette evler sağlam yapılmalı, ama hiç ölmeyecekmişiz havası hep devam eder ve ölüm hep unutulursa ve ölüm sonrası düşünülmezse; hep burada kalacakmışız havası yaşanırsa; işte o zaman biz “Mecnun” oluruz. (Bir eksi Mecnun bir artı Mecnun diyelim!)

İnsan kalıcı aşk karşısında da Mecnun olur; kendisinden geçer, geçici aşk karşısında da… İşte biri zararda bir kârda. Kalıcı aşkın Mecnunlarına, Leylalarına da buradan selamlar olsun.

İyiyi kötüden ayırmak çok da akıllıca değilmiş biliyor musunuz? İki iyiden en iyiyi; iki kötüden daha az zararlısını seçmekmiş akıl. Hikâye bu ya!

Fâniliklere bağlanmak, işte arabesk yaşamalar, dolmuş müziği dediğimiz o şarkılar; o ayrılıklara gözyaşları…
“Terk etmem seni, terk etmem! Terk etme beni! Gidiyor musun? Son mu veriyorsun bu aşka? Sen başkasın, ben başka!” gibi hâllere düşmek de var.

Fâniler, fânileri terk eder. Fâni şeylerin kapısını çalarsak; kapıda kalırız.
Derler ki, Leyla ve Mecnun o buluştukları yerde ölmüş. ‘Gerçek aşk bulununca; fani aşklar ölür’ün bir güzel fotoğrafı olsa gerek o sahne.
Acaba diyorum; eyvaahh, fâni şeylerin peşinde bir ömür geçiyor olmasın yoksa!

Kalbi gerçek aşka vermeyince kalp gerçekten ölür. Kalbimiz gerçekten yaşasın diyorsak; kalbi, bize verene verelim.

Giderken beni karanlığa terk etme; o cümleyi söyle: “Allah’a ısmarladık…”

(Hafta içi her gün saat 08:00’da ve tekrarları 17:30 ve 21:00’da
İstanbul Bizim Radyo’da yayınlanan “Keyfince Lügât” programından deşifre edilmiştir.)

1 Yorum

  1. Sende Sensizlik

    Seni kendimden bile esirgemişim
    Şimdi pişmanlık ta beni aklamaz.
    Sağanak yağmurlara da sığınamam
    Sende Sensizliği Sevmişim
    Gelsen ne gelmesen ne olur ?
    Ben bir hür kuşum
    asılı kaderim düş/me/lerde..
    Haberi gelecek kapılardan
    istemenin en siyah esra/rında
    Gökyüzüm olsan ne?!
    gönlümde var bir yed-i beyzâ
    Tutsan da elimi yeniden
    çıksam yola geceden;
    kalbim çıkmaz artık yerinden..

    AH.Gönlüm

Ahmet Gönlüm için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*