Dışa bağımlı üretim istihdam oluşturmuyor

Trakya Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sadi Uzunoğlu ile “İşsizlik” konulu bir röportaj gerçekleştirdik. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıları ve çözüm yollarını, gençler arasında giderek artan işsizlik sorununu, Suriyeli mültecilerin ekonomiye etkilerini, gelir eşitsizliğini, işsizlik ve eğitim arasındaki ilişkiyi konuştuğumuz röportajımızı istifadenize sunuyoruz.

Prof. Dr. Sadi Uzunoğlu: Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorayı İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde yaptı. Uzun yıllar İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde araştırma görevlisi, yardımcı doçent ve doçent olarak çalıştı. 2001 yılında İstanbul Üniversitesi’nden ayrılarak İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin kuruluşunda yer aldı. 2 yıl İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde çalıştıktan sonra Trakya Üniversitesi’ne geçti. 2005 yılı Ocak ayından bu yana Trakya Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışıyor.

Eğitim birikimimizi üretime aktarmamız lâzım

Türkiyede son yıllarda yaşanan ekonomik sıkıntıların nedeni nedir? Artan işsizlik oranı için nasıl tedbirler alınabilir?

2002 yılından sonra dünyada inanılmaz derecede parasal genişleme politikaları uygulandı.1997’de büyük bir Asya krizi var. Bütün dünyayı, bütün kapitalist sistemi kucaklayan bir krizdir bu, biz de dâhiliz bunun içine, zaten 2001 krizini bu nedenle yaşadık biz. Anayasa kitapçığı atıldı diye kriz yaşanmaz, sadece tek faktöre bağlı değildir bu, ekonomik altyapısı da vardır. Asya krizinin çok büyük etkisi vardır 2001 krizinde. O dönemde bizim gibi ekonomilerde sermaye çıkışları olmuştur. Biz de 1989-1990’dan sonra dış sermayeye bağımlı bir ülke hâline geldiğimiz için bizi de ciddi anlamda etkilemiştir.

2002 yılında G20 toplantısı yapıldı. Bu toplantıda küresel çözüm arandı kapitalist sistemin çıkışı için. Çözüm olarak, özellikle girişimcinin maliyetlerini düşürmek adına vergilerin, faizlerin düşürülmesi ve parasal genişleme politikaları seçilmiştir. Amerika’da faiz oranları yüzde 1, Avrupa’da yüzde 2, Japonya’da ise 0’a düşürülmüştür. Tabiî bizim faizimiz yüksek olduğu için para da bizim gibi ekonomilere akmıştır. Yani “emerging market” dediğimiz gelişen piyasalara akmıştır. Tabiî dövizin içeriye girmesinin sonuçları olmuş. Bizde esnek kur sistemi var. Döviz içeri girdikçe kur hızla gerilemiş. Ülke parası değer kazanmaya başlamıştır. Ülke parası değer kazandıkça ülkenin rekabet gücü düşmüştür. Bir ülkenin parasının değer kazanması çok da övünülecek bir durum değildir. Para değer kazanınca ülkenin rekabeti çöker. Yani ucuz ithalata açık hâle gelirsiniz. İhracatınız pahalı olur. İhraç etmek isterseniz içeriden malı pahalıya alırsınız, ama ithalat ucuz hâle gelir. İşte Türkiye’nin maalesef üretimsizleşmesinin nedeni, 2002 yılından sonra dışarıdan gelen aşırı dövizin, kuru hızla aşağıya doğru düşürmesi ve Türk parasını değerlendirmesidir.

Türk parası değerlenince, girişimciler bu sefer üretimlerini ağırlıklı olarak dışarıda yaptırmaya başlamıştır. Örneğin burada takım elbise üreten, Ege’nin pamuğunu kullanan, ipliğini, kumaşını burada yapan, onu hem iç piyasaya, hem dış piyasaya satan girişimci, bu sefer önce pamuğunu dışarıdan almayı, daha sonra takım elbiseyi dışarıda yaptırıp getirip buradan ihracat yapmayı tercih etmiştir. Yani bizim istihdamımıza çok ciddi katkıda bulunmamıştır. Bizim ekonomik büyümemiz, yani üretimdeki artışımız tamamen ithalata bağımlı hâle gelmiştir. Bu sefer ülke büyük bir dış açıkla karşı karşıya kalmıştır. Bu dönemde banka kredileri ile de tüketim desteklenmiştir. İnsanlar borçlandırılmıştır. Firmalar borçlandırılmıştır. Yatırım ve tüketim bir arada. Yatırım ve tüketimin bir arada olmasının sonucu tabiî ki üretim artacak, ama üretimimiz ithalata bağımlı. Üretim ithalata bağımlı olduğu için bu sefer cari açık dediğimiz dış açık ortaya çıkmıştır. Döviz açığını kapatmak için bu sefer Türkiye hızla dış borç almak durumunda kalmıştır. Portföy yatırımına muhtaç hâle gelmiştir. Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını çekmeye çalışmıştır. Bu şekilde ülkeye sürekli bir dış para pompalanmıştır. Bu sayede kur düşük kalmış, ucuz ithalat yapılmış, enflasyon kontrol edilebilmiştir. Fakat ithalata dayalı üretim maalesef istihdam oluşturmayan, yüksek ücret getirmeyen bir sanayi ve üretim yapısına yol açmıştır. Demek ki, dışa bağımlı bir üretim istihdam oluşturmuyor. Ağırlıklı inşaat sektörü ile gidiyor. Paralar âtıl alanlarda değerlendiriliyor. Dışarıdan gelen sermaye döviz kazandırıcı işlemlerde değil, inşaat ağırlıklı sektörlerde değerlendiriliyor.

Dışarıdan gelen para bir taraftan borç yükünü, kırılganlığımızı artırırken, yani dış sermayeye bizi bağımlı hâle getirirken diğer taraftan da üretimi tasfiye etmeye başlıyor. Sonuç olarak, kendi kendine yeten ülke, birçok tarımsal ürünü bile ithal eder hâle geliyor. Bugünkü temel problemimizin, yani işsizliğin bu kadar yüksek düzeylere çıkmasının nedeni budur.

Bugün enflasyon yaşanıyor, enflasyonun nedeni kur artışına bağlanıyor. İşte sermayeye bu kadar bağımlı olursanız sonuç bu olur. Çünkü Amerika’da faizler yükselince ve Amerika parasal genişlemeyi durdurunca bizim gibi ekonomilerden para çıkıyor. Para çıkınca da kur yükseliyor, kur yükselince de enflasyon oluyor. Peki, bugün yaşadığımız yüksek enflasyonun nedeni kur artışı mı? Hayır, kur artışı değil bana göre. İthalata bağımlı üretim yapısı ve üretimsiz ekonomidir. Onun için faizleri artırarak enflasyon ile mücadele etmek anlamsız bir sonuç verir.

Kısa süreli bir sonuç mu bu?

Kısa süreli bir sonuç verir. Çok basittir enflasyonu düşürmek. İnsanların ücretlerini dondurursunuz. Faizleri yükseltirsiniz, kimse kredi alamaz, tüketemez hâle gelir, enflasyon düşer. Bunlar kısa vadeli çözümlerdir.

Bizim uzun vadeli çözümümüz, bir kere belli bir süre enflasyona razı olmaktır. Yüksek kura razı olursunuz ve üretime tekrar dönersiniz. Onun için Türkiye’nin öncelikle yapması gereken, bu aşırı dışa sermayeye bağımlı politikalardan vazgeçip, yüksek kur, yani gerçekçi kur, düşük faiz ile yoluna devam etmektir. İthal ikame politikalara, yani ithal ettiğimiz ürünleri içeride üretmeye yönelik politikalara dönmektir. Her şeyi özel sektöre vermek değildir. Bugün özel sektöre yap-işlet-devret ile yollar, otobanlar, çeşitli işler verilmiştir, ama bunlar kamu hizmeti değildir, bunlar özel sektörün yaptığı işlerdir, sonuçta bizden bunların parası alınmaktadır. Bu, devletin bize verdiği bir hizmet falan değildir. O nedenle, artık ülkede kamunun yeniden yatırım yapabilir hâle gelmesi, gerekirse özel sektör ile ya da özel sektörü destekleyerek, gerektiği yerlerde kamunun kendisinin büyük sermaye gerektiren işlerde yatırım yapması gerekiyor.

Şimdi biz bir otoban yaparken yurtdışından borçlanıyoruz, bunun faizi var, bunun kârı var, bir sürü maliyeti var. Bunun yerine devlet borçlanıp bunu yapmış olsaydı, bugün bu hizmetleri bu kadar yüksek bedelle almayacaktık veya bu kadar dışarıya borcumuz olmayacaktı. Yani bugün, yüksek maliyetlerle yapılan ve kullanılmayan yolların parasını devlet garanti verdiği için ödüyor. Bunun rasyonel bir politika olduğunu savunmak bana göre çok da doğru değil.

Türkiye’nin hızla tekrar ithal ikameye dönmesi lâzım. İçeride kamudan başlayarak tasarruf yapılmalı, özel sektör olarak, bireyler olarak tasarruf yapacağız. Üretip dışarıya satmaktan başka çaresi yok. Düşük kur ile gidersek Türkiye’yi tekrar ucuz ithalata boğarız. Evet enflasyonu kontrol ederiz, ama istihdam oluşturamayız. Oluşsa da ancak hizmet sektöründe asgari ücret ile çalışan insanlar olur. Asgari ücret ile çalışan insanların da ekonomiye çok büyük bir getirisi yoktur. Çünkü Türkiye nüfusunun, 82 milyon insanın 28 milyonu çalışıyor, 5 milyon da emeklisi var, toplam 33 milyon çalışıyor. 33 milyon insan diğerlerine bakıyor. O zaman nüfusu niye artırıyoruz? Nüfus üretime katılmadığı zaman, nüfus nitelikli hâle gelmediği zaman, nüfus yüksek ücret doğurmadığı zaman hiçbir anlamı yok. O zaman n’oluyor, gençlerimiz iş bulmakta zorlanıyor. Her 3 gençten 1’i ne okuyor, ne de çalışıyor. Zaten genç işsizlik oranı şu anda yüzde 25’te. Üniversite mezunlarımız bile iş bulmakta zorlanıyor, çünkü kaliteli istihdam sağlayamıyoruz. Çoğu üniversite öğrencisi, üniversiteyi okuyup kasiyer ya da güvenlik görevlisi olarak çalışıyor. O zaman biz niye bu üniversiteleri kuruyoruz? Güvenlik görevlisi yetiştirmek için üniversite kurmamıza gerek yok.

Öyleyse bizim temel politikalarla tekrar planlı ekonomiye dönemiz lâzım. Tarımda üretici kooperatiflerini çok hızlı bir şekilde geliştirmeliyiz. Çiftçi ile sözleşmeli üretim yapmalıyız. Sözleşmeli üretimler ile sürekli gelir aktararak gençlerin tarımsal üretime katılmasını sağlamalıyız. Dolayısıyla Türkiye’nin kendine yetecek bir üretim yapısına sahip olması lâzım. Eğitim, üretim biçimidir. Bizim eğitim birikimimizi üretime aktarmamız lâzım. Dolayısıyla pozitif eğitime, bilimsel eğitime Türkiye’nin hızla dönmesi lâzım. Bugün eğer matematik, fen gibi alanlarda yapılan birtakım uluslararası yarışlarda son sıralarda yer alıyorsak, demek ki bizim eğitim sistemimizde bir problem vardır. Avrupa’da gelişmiş ülkelerde lise mezunları yazılım yapabilir hâlde, biz ise daha yeni başlıyoruz buna. Bizim artık gündemimizi, siyasî gündemimizi, bireylerin çıkarlarından ziyade toplumun tamamının çıkarlarına çevirmemiz lâzım.

Yaptığımız doğrudur, ama uygulamamız yanlıştır

Suriyeli mülteciler ile alâkalı siyasî ve bazen toplumsal ahlâkı aşan beyanlar oluyor. Halk arasında hatırı sayılır bir kesimde “Suriyeliler işimizi elimizden alıyor” şeklinde bir algı oluşmuş. Sizce yükselen işsizlik oranında Suriyeli mültecilerin bir etkisi var mı?

Bir kere insanlar topraklarını kaybetmiş, bunda herkesin kabahati var. Hiç kimse kendisini burada masum olarak göstermesin. Amerika da, Rusya da, biz de kabahatliyiz. Bu insanlar eğer yerlerinden göçtülerse herkesin kabahati var. Bu insanlara sahip çıkmak herkesin ortak görevidir. Türkiye sınırlarını açmıştır ve bu insanları misafir etmiştir. Yaptığımız doğrudur, ama politikalarımız, uygulamalarımız yanlıştır. Maalesef biz orada çok yanlış politikalar ile işler yaptık.

Belirli bir güvenli alan oluşturabilirdik sınırda ve bu alana güzel şehirler kurabilirdik. Ciddi paralar harcandı bu insanlara. Düzgün barınabilecekleri, korumalı bir alan oluşturup, bu bölgeye seralar yapıp bu insanların seracılığa geçmesini sağlayacaktık. Hayvan çiftlikleri oluşturacaktık oralarda, besicilik oluşturacaktık. Böylece hem gelen insanlara iş kurmuş olacaktık, hem insanlar beslenecekti, hem ihracat yapılacaktı, hem de Türkiye’ye mal vereceklerdi. Bu bizim açımızdan inanılmaz güzel bir girişim olacaktı. Şanlıurfa’da buna benzer bir girişim yapıldı, ama maalesef çok da iyi işletilemiyor bu sistem.

Kapitalizmde girişimci her zaman fırsatçıdır ve girişimciler açısından bunlar fırsatçılığa dönüştürülmüştür. Kayıtlı olan işçiler çıkarılarak onların yerine maliyet endişesi ile mülteciler istihdam edilmiştir, bunlar da denetlenmemektedir. Hatta göz yumulmaktadır. Bu doğru değildir, çünkü o zaman kendi işsizimizi ne yapacağız, değil mi? Onlara nasıl çözüm bulacağız?

Onun için yapılacak en güzel iş: Belli alanlar saptanabilir. Bunlar; orman ekimi olabilir, çevre düzenlemeleri olabilir, birçok iş var, işçi bulamayan birçok alan var. Bu insanların buralara kayıtlı ve gözetimli bir şekilde göçü sağlanabilirdi. Belli güvenli alanlar oluşturup büyük seralar ve besi çiftlikleri kurup sorunu çözebilirdik, ama maalesef biz her zaman olduğu gibi karşılıksız para aktarmayı seçiyoruz. Paranın nereye gittiği, nerede kullanıldığı belli olmuyor. Dolayısıyla politikamız yanlış ve ileride zararlarını da göreceğiz. Evet, bu insanlara kesinlikle sahip çıkmak zorundayız. Yaptığımız doğrudur, ama uygulamamız yanlıştır.

Peki Almanya nasıl bir politika izledi?

Röportajın devamına dergimizin Ağustos sayısından ulaşabilirsiniz…
Röportaj: Behlül Semerci – Said Akça
Fotoğraf: Sefa Daşkıran

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*