Bilim Yaratıcı’yı ispat eder

Sani-i Hakîm, rubûbiyet ve ulûhiyetinin lâzımı olarak kâinatı mükemmel bir uyum içinde yaratmış; vahdetinin gereği olarak, bütün varlıkları hadsiz münasebetler ile birbirine bağlamıştır.

Varlıkların her biri, zemin yüzüne o derece muntazam yayılmış ve diğer kardeşleri ile öylesine muntazaman karışmıştır ki, bütün mahlûkatı bir arada hak ve adaletle terbiye eden Rabb’in kanunları, fenlerin casus gibi araştırmasıyla kâinatın her tabakasında görülür ve gösterilir.

Bütün o türleri tam bir uyum içerisinde bir halının atkı ipleri gibi dokuyan, kâinatın sahibinden başkası olamaz ve bu durum, kâinat bir elden çıktığının açık delilidir.

Fıtrat denilen bu hikmetli yaratılış, kâinatın sırlarını açacak bir anahtarla (ene) donatılan insanlığın ilgisini çekmiş ve insan, varlıklar arasındaki intizam bağlarını -bir yapboz gibi- bulmaya ve anlamaya sevk edilmiştir.

İnsanlık, gerek ihtiyacının sevkiyle gerekse fıtratına yerleştirilmiş merak duygusunun -ki Bediüzzaman’a göre ilmin hocasıdır- tatmini için, manevî dua olan asırların istişaresiyle yorucu, ama bir o kadar da zevkli bir sahada çalıştırılmıştır. İnsan, kâinattan topladığı bu fennî bilgileri sınıflandırarak sistematik hâle getirmiştir.

Kâinatın Hâlıkı; fıtratın mâliki olduğu gibi vahyin de sahibidir. Gönderdiği İslâm; vahiy ve fıtrat gibi iki metin esas üzerine bina edilmiştir. Vahyin muhatapları olan peygamberler, hem insanlığın manevî yükselmesinin ve ahsen-i takvim (en güzel kıvam, sıfat ve surette yaratılış) sırrının temsilcileri hem de insanların maddî terakkiyâtının da öncüleridir.

Bu münasebetle Peygamber’in (asm) takipçileri olan eski İslâm âlimleri, ilmî çalışmaları dinî bir görev saydıklarından, onların ilimdeki keşifleri, Allah’ın varlık, birlik, sıfat ve esmâsının anlaşılmasına vesile olmuştur. Kur’ân’ın da teşvik ettiği, kâinata Yaratıcı hesabına bakan bu anlayış (mânâ-yı harfî), ne zaman tabiat ve varlıklar hesabına tek gözlü bir bakışa (mânâ-yı ismî) dönmüşse, o zaman insanlık büyük bir değer kaybına uğramıştır.

“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyata kördür.” (Mektubat)

Mâneviyâta kör pozitivist anlayış, inkâr-ı ulûhiyet temelli materyalizm, insanı keşmekeşe, mutsuzluğa ve belirsizliğe itmiş; insandaki hadsiz kemâlât hiçe inmiştir. “Basar (göz) masnuâtı (sanat eserlerini) görüp de, basîret (feraset, hızlı kavrama) Sânii (sanatkârı) görmezse, çok garip ve çirkin düşer” (Mesnevi-i Nuriye) prensibince beşer, anlamsız bir girdaba yuvarlanmış; fennî ma’lûmâttan (fıtrat) mahrum bir din taassub; dinden (vahiy) mahrum bir fen de hile ve şüphe doğurmuştur.

Her ne kadar modern bilim, işin bu tarafı ile ilgilenmiyormuş gibi görünüp “Bu iş, felsefe ve teolojinin işi” dese de, bu sorulara ilgisiz kalmak, insanın kemâlâtına yakışmamıştır. Çünkü insanın algısı yalnız “ne ve nasıl” üzerine programlanmamıştır. “Kim ve ne niçin” soruları, çatlatırcasına meraklandırarak insan aklını tâzib etmektedir.

İşte, hayatı boyunca öğrendiği her türlü ma’lûmâtı Yaratıcı’nın isim ve sıfatları hesabına çevirmeye, ma’lûmâtını mârifete dönüştürmeye çalışması, insanın en büyük imtihanıdır.

“Feyâ Sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat, taayyünâtlarıyla, intizamâtıyla, hikmetleriyle, mizanlarıyla Sâni’in ihtiyarını gösterdikleri hâlde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor” (Sözler) cümlesi, bilimin doğru verilerinin materyalist bir felsefeye kurban edilmesi sapkınlığına şaşmanın ifadesidir.

Yazının devamına dergimizin Eylül sayısından ulaşabilirsiniz…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*