Hayatın adımları

Hayatın adımları olur da, adımların hayatı olmaz mı! İşte bu adımlara mânâ kazandıranlar var.

Yıllar önce gazeteden bir yazı kesmişim. Melek Ç. isimli bir hanımefendinin yazısı… 12 Kasım 1998… 21 yıl olmuş ve bu yazı elimde… Kitapların arasına (böyle) yazılar atarım. Çeşitli gazetelerden kesilmişler, takvim yaprakları veya yazmışım bir şeyler araya koymuşum. Sonra bir gün ortaya çıkar. Bu da onlardan bir tanesi… Kitapların arasından böyle ‘pat’ diye çıkıyor ve o ân vaktim müsait ise okuyorum. Hatta bazen otururum, kitaplarımı karıştırırım; acaba bir yerlere şiir yazmış mıyım, bir yerlerde bir takvim yaprağı, bir gazete yazısı var mı, diye… Ve alır beni yıllar öncesine götürür. İyi de olur, hatıralaşırız. Kiminle? Kendimle canııımm… Ve canım sıkıldığında geçerim kitaplığın karşısına; seyrederim o renkli renkli tebessümleri. (Haa! Her tebessüm renklidir zaten değil mi?)

İşte bu yazıyı okuyayım dedim. Ne diyorsunuz; okuyayım mı? Yok, deseniz de okuyacağım herhalde! “Sarı Kurdele”ymiş köşenin adı. Şu anda tabi o köşeden eser yok ama o eser bende kalmış.

Küçük ve Telaşsız Adımlar

Uzun ve kıvrımlı bir yola döşenmiş kaldırım taşları; küçük ve telaşsız adımları ayırt ettiler diğer ayak seslerinden. Parke taşlarını sayarak yürüyordum. Küçük ve telaşsız adımlar… (Hayatı anlatıyor ha!)

Üç milyon bin iki, altı milyon yüz üç, sekiz milyon dört… Tam on milyon yüz altıya gelmişti ki sıra, yakındaki telefon direğine yaslanmış bir adam… (Şimdi o direkler de kalmadı. ‘Telgrafın tellerine kuşlar mı konar,/ insan sevdiğine anam böyle mi yanar!’ Telgrafın tellerine şiirler yazılmış, türküler yakılmış. Zamanla ne çok şey değişiyor! Devam edelim.)

Flüt çalıyordu adam. Eski ve uzun bir şarkıyı çalıyordu. Flütün incecik sesi, dokunup deldi parke taşlarını. Bir demir lira yuvarlandı yerde. (Hayattan bir şey düşer sokaklara; cebimizden, aklımızdan, kalbimizden…)

Peşi sıra bir kedi geçti umursamaz adımlarla. Dalgınlığından sıyrıldı; küçük, telaşsız adımlar… Uzayıp giden incecik, kıvrımlı bir öykü sezinledi flütün sesinde; uzun ve kıvrımlı yollar gibi bir öykü… Sarı, turuncu ve kırmızıya çalan yapraklar; iç çekiyordu öykünün içinden. (Yaş ilerledikçe rengimiz sarıya çalar, turuncuya çalar, kırmızıya çalar; çalar ha çalar… Hayat ve parke taşları ve sonbahar, yola düşen bir demir para, flüt çalan adam…)

Yağmur yağıyordu. Islık çalıyordu çam ağaçları. Bir at arabası geçti, uzun ve kıvrımlı yolda. (Ya bir adada yazılmıştır bu yazı ya da bir Anadolu köyünde… Hâlâ at arabaları var oralarda.)

Atların nal sesleri karıştı incecik flütün sesine. (Atlar bir yerde kalsaydı mesela öyle mahalleler olsaydı. Tarih yaşasaydı, şehir yaşasaydı, hatıralar yaşasaydı…)

Eski ve uzun bir şarkıyı çalıyordu adam. Binlerce yıldız göz kırpıyordu, binlerce topaç dönüyordu şarkının içinde. Sonra şarkı bitti. Eski bir çınar yaprağı savruldu taşların üstüne. (Koca bir tarih savruldu değil mi!)

Kurumuş bir yaprak gibi unutuldun mu diye sordu; on milyon yüz yedinci sıradaki parke taşına. (Hayatımızın taşlarını öreriz her adımda. Her adımımız bir parke taşı… Her adımımız bir itina ister.)

On milyon yüz sekiz diye devam etti; küçük, telaşsız adımlar. On milyon yüz dokuz, on milyon yüz on…

Hayatı küçük küçük, telaşsız yaşamaya bir davet var değil mi! Bana öyle geldi. Adımlarımız devam ediyor. Her nefes bir adım… Her adımımız yeni bir dünya; her nefes kaç âlem… Küçük ve telaşsız adımlarla hayatı adımlamaya devam edeceğiz. Etrafımızı koklaya koklaya…

Hangi mevsimdeyiz? Bir yaprak düştü, bir yaprak daha, bir kuş uçtu, bir kedi bir yerden başka bir yere atladı, komşunun evinden mis gibi bir yemek kokusu geliyor, bulutlar tazeleniyor; hayat devam ediyor. Küçük ve telaşsız adımlarımız olsun. Hayatla göz göze gelelim her ân, her zaman, yeniden yeniye… Sayabilseydik! Bâri sayamıyoruz; en azından “sayalım” yani hayatı ciddiye alalım. “Sen beni saymıyor musun?” diyor hayat. Yani ciddiye almıyor musun? (Yazacağımız) bir hayatımız mutlaka vardır; sayacağımız, saygı duyacağımız bir hayatımız…

Ve milyonlarca adım hayatımız olacak. Bakışlarımız üst üste konacak ve hayatımız olacak. Duyuşlarımız üst üste gelecek; hayatımız olacak. Bakmadığımız zaman da (hayattan) sayılacak. En iyisi bakmayı, duymayı; hayatımızı hayat gibi yaşamayı, hayatımızı hayatlandırmayı, kanatlandırmayı becerebilmenin yollarına bakalım; küçük ve telaşsız adımlarla… Emin bir yere gidiyormuşuz gibi veya hep o dediğimiz yere gelmişiz gibi…

Ahmet Haşim: “Her yolcu biraz şairdir” diyor. Buradan atlı arabalar geçmişti, diyor. Atlı arabalarla, develerle günlerce süren yolculuk… Düşünmeye vakit vardı. Şimdi bu hız çağı, düşünmeleri (düşünme hazzını) törpüledi. O yüzden Haşim’in dediği: “Her yolcu biraz şairdir” sözü (şimdi elbette yolculuk devam ettiğine göre şairlik de) devam edecek ama bu yol-culuk hızlandı, şiire daha az zaman kaldı, ki o ‘hah’ dediğimiz şairler ve şiirler eskisi gibi çıkmıyor desem mi, demesem mi! Fakat zamanın getirdikleri ve götürdükleri var; onlara bir dikkat çekelim!

Hız zamanın rengini soldurur, hayatın bestesini duyulmaz eder. Hız bizi doyurmaz eder. (Ayaküstü yenilen şeyler bizi ne kadar doyura ki!) Sofranın bir âdabı var. Hayat baştan sona âdab dediğimiz görgü kuralları… Âdab-ı muaşeret… İşte bunlardan birisi de küçük ve telaşsız adımlarla hayatı adımlamak, renklerine ayırmak, yani seçmek… Şu şuraya, bu buraya diyerek, hayatı elbette ki sandık sandık, bölüm bölüm ayıramayız, fakat bir şey hatta çok şey kaçıp gidiyor bu telaşlı ve “büyük” adımlarla…

Hayatı bir mücadele olarak görenlerin, bize ne yazık ki kabul ettirdiği “acil yaşamaklar” bir ân önce yerini neye bırakmalı? Yardımlaşmaya, selamlaşmaya bırakmalı… Hayat bir savaştır, dediğiniz ânda hayatı öldürmüş oluyorsunuz. Artık siz öne çıkmak istiyorsunuz; o mücadeleyi/savaşı kazanmak için… Artık gözünüz, kulağınız körleşiyor/sağırlaşıyor ve siz yaşamayı “terk ederek” başka bir yerlere geçiyorsunuz. Artık ona yaşamak denmiyor; başka bir şey deniyor. “Yaşamamak” deniyor elbette. Yani yaşarken böyle bir “ölmek…”

Faruk Nafiz Çamlıbel: “Dünyaya baksan da gülümser gibi…/ Uzuyor hayatın bir keder gibi…” demiş nedense! Ve ayrılıkların, ölümün, fukaralığın örselediği bir hayatı resmetmiş. Gülümser gibi hayata bakmak istiyorum, fakat bir keder, bir hüzün beni alıp götürüyor, diyor.

Giderken beni karanlığa terk etme; o cümleyi söyle: Allah’a ısmarladık…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*