Kadın cinayetlerinin sorumlusu diziler mi?

Sosyolog Dr. Feyza Akınerdem:

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünde lisans ve yüksek lisans çalışmalarını, City University London Kültür Politikaları ve Yönetimi bölümünde doktora çalışmasını tamamladı. Türkiye’deki televizyon programları ve izlenme biçimleri, temsil politikaları, hakikat sonrası siyasî ve toplumsal tahayyül konularında çalışmaları vardır. İstanbul Şehir Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nde dersler vermiştir. Reçel Blog kurucusu ve editörüdür.

Sosyolog Dr. Feyza Akınerdem ile medya bağlamında kadına şiddeti konuştuk.

Medyada; dizilerde, haberlerde ve yarışma programlarında kadın karakterler nasıl temsil ediliyor ve toplumu nasıl etkiliyor?

İnsanlar televizyonu bazen bir şeyler öğrenmek için izleseler de, özellikle dizileri bir şey öğrenmek için izlemiyorlar. Bunu baştan söylemek lâzım. Diziler, her şeyden evvel bir dinlenme aracı, bir kafa dağıtma ve belki hayatın yoğunluğundan bir kaçış. Bir yandan kaçışken bir yandan da o yoğunluk üzerine düşünme imkânı veren, gündelik hayatın sorunları ile başka bir pencereden ilişki kurmayı sağlayan araçlar. Bazen de diziler, sizin hiç dert etmediğiniz konuları ‘ya insanlar bunları nasıl yaşarlar, nasıl çözerler’ diye onları hayalî bir dünya içerisinde okumak, izlemek, takip etmek, beğenmek, beğenmemek, kızmak gibi çok geniş bir duygu paleti içinden bu duyguların çeşitli biçimlerde harekete geçmesi için vardır. Aynı zamanda bir izlek var, bir hikâye etme. Hikâye bizim ilk öğrenme aracımız. Yani insanlar olarak önce masallardan, ninnilerden, bir hikâyesi olan parçalardan öğreniyoruz. Dolayısıyla bir insanın, bir olgunun, bir meselenin, nerden başlayıp, nasıl bir mesele hâline getirilip, sonra nasıl çözüldüğünü izlemek, tabiî ki bize bir şeyler öğretiyor. Ama söylemek istediğim şey, biz dizilerden doğrudan bir şey öğrenmiyoruz. Yani bir kadın boşanıp kendine bir hayat kurmaya çalışırken, ne tür hatalara düşüyor veya ne tür sorunlarla karşılaşıyor, bunu izliyoruz ve izlerken de ‘hadi sen de evini bırak, bunları bunları yap’ diye doğrudan bir öğrenme değil bu, doğrudan bir öğretme, doğrudan bir ders verme değil. Çok daha dolaylı ders verme yöntemleri. İşte biz o dolaylı olma hâline temsil diyoruz. Yani o temsil, dolaylı olmanın nasıl bir mekanizma olduğu, nasıl bir şeye bakarak çıkarım yaptığımızın bilimidir aslında. Buradan öğreniyoruz bunu. O açıdan ben temsil kavramını önemli buluyorum.

Televizyona, ‘bir şey nasıl olmalı’
üzerinden bakmayı seviyoruz

Televizyon Türkiye’ye öğretici bir araç olarak geldi, devlet televizyonu olarak. Özel sektör yoktu başta ve devlet televizyonu insanlara; nasıl iyi vatandaşlar, iyi insanlar, iyi anneler, iyi babalar, iyi çocuklar, iyi gençler, iyi yaşlılar olmaları gerektiğini televizyon aracılığı ile öğretmek istedi. Bir yandan kendisini göstermek, ‘Türkiye Cumhuriyeti böyle bir yerdir, böyle bir coğrafyadır, böyle bir tarihi vardır, müzik zevki vardır, tiyatrodan, dramadan, operadan böyle anlayan bir toplumdur’ demek için, yani kendine bir vitrin koymak için var oldu. Bu vitrini koyup n’apıyor bununla? İnsanlara diyor ki, ‘Bakın siz böyle böyle olmalısınız.’ Nasıl olmaları gerektiğini göstererek bir kimlik inşası oluşturmak istedi. Buradan da anlayabiliriz ki, TRT’nin özellikle ilk 20-30 yıl gösterdiği bir toplum değiliz tabiî ki. Bir sürü çelişkilerimiz var, çatışmalarımız var, öyle konuşmuyoruz, öyle yazmıyoruz, öyle ilişki kurmuyoruz, ailelerimiz öyle değil, kültürle ilişkimiz öyle değil, sanatla ilişkimiz öyle değil. Televizyon ekranının dışarıda bıraktığı, çok daha karmaşık, çok daha çelişkili, çok daha problemli, çok daha renkli ve aslında çok daha güzel, bambaşka bir hayat var, ama devlet televizyonuna bakarak bir şeyler öğrenmeyi, nasıl olması gerektiğini düşünmeye de alışmış bir izleyici var. Biz aslında televizyona, ‘bir şey nasıl olmalı’ üzerinden bakmayı seviyoruz. Çünkü devlet televizyonundan gelen böyle bir alışkanlığımız var.

Tabiî pratikte bu öyle işlemiyor.

Hayır. Gençler için artık öyle bir hâfıza da yok. Şu anda artık televizyonu çok daha farklı biçimlerde kullanan, hayatına sokan insanlar var. Gençler için televizyon artık çok başka bir deneyime dönüşmüş durumda. Hiçbir şekilde o devlet televizyonu pedagojisinden geçmemiş, dolayısıyla televizyonu gerçekten bir eğlenme, bir sanat, üzerine yeniden düşünme ve eleştirme aracı olarak kullanan önemli bir kitle de var. İnternet televizyonu var, o da bir televizyon yayını, televizyon formatlarını yeni bir biçimde kategorize eden ve yeni teknolojiler ile bize sunan kanallar. Biz televizyonu hep ‘nasıl gösteriyor ve nasıl olmalı’ üzerinden tartışmayı seviyoruz. Yani televizyonda şiddet görmeli miyiz, çocuklara kötü örnek olacak davranış görmeli miyiz, boşanma görmeli miyiz, televizyonda boşanmış çok kadın görürsek boşananlar çok olur mu? Yani olumsuz örnek oluşturabilecek davranışlar, gerçekten olumsuz örnek oluşturuyor mu? Bunun üzerinde izlemeyi ve tartışmayı seviyoruz. Bu bizim televizyonla ilişki kurma biçimimiz. Ben de insanlara tabiî ki ‘televizyonu öyle izlemeyin, böyle izleyin’ demiyorum bir araştırmacı olarak. Televizyonu böyle izleyip, böyle tartışınca ne oluyor, televizyon neye dönüşüyor, ona bakmak istiyorum.

Mesela bu yaz aylarında kadın cinayetleri çok tartışıldı, biz de bunun üzerine bir yazı yazdık ‘kadın cinayetlerinin sorumlusu diziler midir?’ diye. Tabiî ki kadın cinayetlerinin sorumlusu diziler değil. Bir kere yakından baktığınızda; kadınlara güçlenmeyi, güçlenme yollarını-ihtimallerini gösteren, içine düştükleri durumun illâ ki kader olarak kabul edilmek zorunda olmadığını anlatan, hayatı yaşamanın başka yolları olduğunu ve bunların mümkün ve iyi olduğunu, iyi insanların da olabildiğini, evin dışındaki hayatın illâ ki çok zor, karmaşık ve şiddet dolu olmadığını, bazen evin içinin evin dışından daha zor olduğunu gösteren diziler var. Öğretmiyor, ama gösteriyor. Bu hikâyeleri mümkün kılıyor. O mümkün kılma içerisinde tabiî ki insanlar kendilerine belli ihtimaller düşünmeye başlıyor, kendi kahramanlarını seçiyor. Büyük bir seçme ve ilişki kurma biçimi var televizyon dizilerinde. Dolayısıyla biz hiçbir zaman, televizyon şiddet içerir, televizyon aileyi yıkar, televizyon şunu yapar, gibi bir olgunun başat aktörü olarak anlatamayız. Tabiî ki toplumsal süreçler var. O toplumsal süreçler içerisinde televizyon nereye yerleşiyor ki bu kadar gündeme geliyor, diye bakmalıyız.

TV programları ‘başka türlü davranmanın’
mümkün olduğunu göstermeli

Sokakta, otobüste denk geldiğimiz öğrencilerin, ergen karşı cins arkadaşlıklarının konuşma biçimleri, birbirlerine olan davranışları dizilerdekine çok benzeyebiliyor veya örneğin reality şovlarda erkeklerin kadınlara olan sözel şiddeti sokağa yansıyabiliyor. Bu gibi durumlar insanların gözünde şiddeti meşrulaştırır mı?

Çok haklısınız. Verdiğiniz örnekler çoğu zaman gündelik hayatta şiddet diye tanımlamadığımız mikro şiddet anları. Bunlar zaten gündelik hayatta çok fazla yaşanıyor. Kadının yaptığının her zaman daha kötü gözükmesi, erkeklerin sürekli kadınlarda müdahale edecek en ufak bir açığı araması gibi. Mesela kuaförler. Biz ‘Kuaför Deneyimi’ diye bir kitap yazdık. Kuaför, mikro şiddetin bir alanı aslında. Hem arkadaşlığın, dostluğun hem de senin hayatına, bedenine belli ölçüde müdahale edilmesinin normal olduğu bir yer. Tabiî ki bu reality şovlar gündelik hayattaki şiddeti biraz daha abartarak, güçlendirerek, biraz daha provoke edici hâle getirerek, meşrulaştırmaktan çok izleyicinin bulunduğu yerden rahatsızlık duyacağı bir seviyeye çıkarıyor. Dolayısıyla meşrulaştırmaya katılmıyorum. Ama tabiî ki şu var, başka türlü davranmanın mümkün olduğunu göstermesi gerekiyor. Bir şey toplumda öyle varsa, o abartılarak, kışkırtılarak, provoke edilerek anlatılmamalı. Bunun yerine, doğrudan öğretecek şekilde değil, ama ‘nasıl yaşıyoruz’la ‘nasıl yaşamalıyız’ arasında bir dolaylı ilişki varsa, o dolaylı ilişkinin nasıl daha pozitif kurulacağı, ‘nasıl yaşanmalı’nın örneklerinin daha çok öne çıkarılacağı programlar hepimiz için, en azından ruh sağlığımız açısından çok daha iyi olur tabiî ki. Ama hani doğrudan meşrulaştırma ve normalleştirme olarak görülmesi zor. Birinci olarak bunu söyleyeceğim. İkincisi, televizyon gerçekten o kadar çok farklı metnin bir araya geldiği bir mecra ki, gençler de seçiyorlar. Erkekler de seçiyorlar, kadınlar da neyi neyle bir araya getirip, nasıl bir sonuca varacaklarını seçiyorlar. Flört şiddeti, hem kadının tarihsel, toplumsal yerinden kaynaklanıyor hem de o şiddet ilişkisinin nasıl yeniden kurulacağı tabiî ki televizyondan, dizilerden, başka mecralardan, müzikten besleniyor. Oraları kaynak olarak alıyorlar. Ama toplumu değiştirmeden, toplumda erkeğin yerini eleştirmeden bunu yaptığımızda ne demiş oluyoruz, ‘o diziler yasaklansa bu sorunlar da kalmayacak.’ Hâlbuki, o olmasa başka bir şiddet kaynağı olacak. Çünkü eşitsizlik var. Eşitsizliğin bu kadar normal olduğu bir toplumda diziler sadece o eşitsizliği kışkırtarak, abartarak, sansasyonel hâle getirerek, bazen hakikaten rahatsız edici hâle getirerek -bunun olumlu sonucu da olabiliyor- sunduğu için de biz onları tartışmaya başlıyoruz.

Mesela biz, dizilerde kadına yönelik şiddeti bu kadar çok görmesek tartışmayacağız belki. Bir hikâyenin başlangıcında bir problem olarak, bir erkeği kötü erkek-kötü adam olarak tanımlamak için karısına şiddet uygulamasını gösteriyorlar. Biz o zaman bunu tartışmaya başlıyoruz. Bunu kurgusal bir dünyada görmek bile çok kötü, kaldı ki gerçek hayatta kadınlar bunu daha çok konuşmaya başlıyorlar. Kendilerine başka bir gözle, başka bir pencereden bakmaya başlıyorlar, ‘ben bu şiddeti niye çekiyorum’ gibi.

Mikro şiddet ve patriarka

Röportajın devamına dergimizin Ekim sayısından ulaşabilirsiniz…
Röportaj: Melike Nursultan Akkaya&Şulenur Yıldırım
Fotoğraflar: Tuğba Karakurt

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*