Sır

“Bir hakikat kalmasın âlemde Allah’ım nihân” (Muallim Naci)

“FedEx zarfın içinde ayrıca yüz yüze bakan iki insanın siyah beyaz çizimi vardı. Kirsch, Langdom’a ufak bir şiir yazmıştı: 
Robert,
Yüz yüze gelecek olursak, 
Aramızdaki boşluğa bak.
Edmond”

Don Brown, Başlangıç (Origin) adlı romanında kahramana bu şiiri yazdırır. Oradaki gizemli sesin dediği gibi, sanatın amaçlarından biri de diyaloğu artırmaktır. Bunun için, sanatın en az bir sırrı sakladığı, üzerindeki ilgi uyandıran farklılığın bu sırdan geldiği hissettirilmelidir. Diyaloğun sanat içindeki gereci bu sırdır. Böylece eser ile muhatap bir iletişim kanalı açabilir -sonu çabuk gelmese elbette daha iyi olur- taşınabilir. Tohum fotoğrafları çeken Lalehan Uysal ise hayatın sırlarının tohumlarla taşındığını söylüyor:

“Tohum senin için ne ifade ediyor? 
Hayatı! Anadolu’da gelin kıza çeyiz olarak tohum verilirmiş. Ölen kişinin avucuna bir ağacın tohumu konur, öyle toprağa verilirmiş. Bir ağaç olarak yaşama dönmesi beklenirmiş. Yörük kadınları boyunlarında bahçesini taşırmış. Geride bıraktığı toprağından bir meyvenin çekirdeğini ve onu besleyecek tohumu alır, bir ipe dizer, boynunda göç ettiği coğrafyalara götürürmüş. Kız istemeye gider gibi tohum istemeye gidilirmiş. Tohum hayatın kaynağı. Ama ne tuhaftır ki, insan kendinin de bir tohum olduğunu unutarak yaşıyor! Oysa bizler de tohumuz! Tıpkı gölgesinde oturduğumuz ağaçlar gibi.”

Bediüzzaman, sırları keşfetmeye çalışırken kendini de bir sır olarak saklı buluyor ve beraberindekilere sırları keşfetmenin zorluklarını hatırlatıyor (bu arada sırrı çözebilecek aletin ‘dikkat’ olduğu sırrını da veriyor): “Ey birader! Vakta ki keşf-i esrar merakı bizi şu makama kadar getirdi. Biz de seni beraber çektik. Seni taciz ettik. Hem senin çok yorgunluğunu dahi biliriz. Sakın o makalenin iğlak-ı üslûbu ve içinde cilveger olan mesailin elbiselerinin perişaniyeti, seni temaşasından müteneffir etmesin. Zira iğlak eden, mânâsındaki dikkat ve kıymettir. Ve perişan eden ve zînet-i zahiriyeden müstağni eden, mânâsındaki cemal-i zâtiyesidir. Evet, nazlanan ve istiğna gösteren nâzeninlerin mehirleri dikkattir. Ve menzilleri dahi kalbin süveydasıdır. Bunlara giydirdiğim elbise, zamanın modasına muhaliftir. Zira Kürd mektebi denilen yüksek dağlarda büyümüş olduğumdan alaturka terziliğe alışamadım. Hem de şahsın üslûb-u beyanı, şahsın timsal-i şahsiyetidir. Ben ise gördüğünüz veya işittiğiniz gibi, halli müşkil bir muammayım.” (Muhakemat)

Bediüzzaman, üslubu itibariyle, örneğin Lale Devri’nin süse meraklı, zevke düşkün sır keşşafları gibi değildir. Onun muhatabı bizzat hakikattir; acı da olsa onun içindeki tadı almak ister. Şüphesiz en büyük sır; iki mühim ve Bediüzzaman’ın ifadesi ile “iki dehşetli sual” olan “büyük sanatçı”nın eşya yüzünde derinleştirdiği: “Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz?” soruları etrafında yeşerecektir. Bunlar kimine küf kimine yeşil yaprak verecektir. Aslında bütün sırlar tamamen kapalı da değildir. İnsan için hep biraz aralık bırakılmış hissi cür’etle birlikte “ben de bir sır olmalıyım” gibi bir yansımaya da sebep olacaktır. Romanda kulağındaki ses (makine) ile kahraman arasında bir de şöyle diyalog geçiyor:

“-Dur bir saniye. Bu senin mi?
-Evet. Joan Miró’nun tarzını taklid etmeye çalıştım.
-Belli oluyor, Miró’nun imzasını bile atmışsın.
-Hayır. Bir daha bakın. Ben Miro diye imzaladım;  “o” harfinin üzerindeki aksan işareti yok. İspanyolca miro “bakıyorum” anlamına geliyor.”

O hâlde “sır”lar üretilir ve sonra taklid mi edilir? Her sırrın bir diyalog aracı mı olmalıdır? Benzer sırlar benzer sanat biçimlerini mi üretir? Sonra hikâye şöyle devam ediyor: “Winston’un (makine) çizdiği resmin merkezinden, bakan kişiye yönelmiş Miró tarzı gözü gören Langdon, akıllıca, diye düşündü.
-Edmond benden bir oto portre yapmamı isteyince ben de bunu yaptım.
-Bu senin oto portren mi?;Langdon yeniden düzensiz yerleştirilmiş eğri çizgilere baktı.
-Çok garip görünüşlü bir bilgisayar olmalısın.”

Bir sır nasıl ortaya çıkarılabilir?

“Bilim insanları Güney Kutbu’nda buzulların altındaki devasa objenin görüntüleri karşısında şaşkına dönmüş durumda. Obje yaklaşık 245 kilometrelik bir alana yayılmış ve derinliği de 848 metreyi buluyor. Ancak sırrı hâla çözülemedi! Eğer bu teori doğruysa, bu asteroit Dünya’daki deniz canlılarının yüzde 96’sını ve karalardaki canlıların yüzde 70’ini yok eden ‘Permiyen-Triyas yok oluşu’na imkân veriyor. Fakat bu gibi olaylarda her zaman yaşandığı gibi internette dolaşan farklı teoriler var. Bazı komplo teorisyenleri bunun çok büyük çaplı bir UFO saldırısı ya da Hollow Earth denilen gizemli yeraltı dünyasına geçiş yapılan bir geçit olduğunu iddia ediyor.”

Bu haberde olduğu gibi insanoğlu bir yerde bir “sır”lı gerçek buluyor. Buradaki buzullarla kaplı Antarktika’da. Buzulun altında sırlar saklı… Bunun için öncelikle çözümsüzlük öne sürülüyor. Sonra ortaya bir teori atılıyor. Ardından bunun üzerinden gelen sonuçlar değerlendiriliyor. Buradaki boşluklar tespit ediliyor. Boşlukları doldurabileceği düşünülen yeni teoriler gelmeye başlıyor. Bunlar sırrı parçalıyor ve her bir parçasını açıklayabilmesi gerekiyor.

Ardından bütün bir teori ile örtü yırtılmadan kaldırılması isteniyor. Bunun için parçalar ayrı ayrı çalışılıp tamamlanıyor; ardından bütün bir hat, resim ortaya çıkarılması bekleniyor. İşte sırlara yolculuk böylece sürüyor. Sonucu belirsiz bir sır olarak kalıyor ya da hakikate belli yakınlık düzeyleri elde edilebiliyor. Bunlar ilmelyakîn yani teorik, aynelyakîn yani pratik ve hakkalyakîn bizzat içinde olma biçimlerine yükselebiliyor. Bu durumu Nur Talebeleri şöyle açıklıyor:

“1- İlmelyakîn: İlim ile yakîn hasıl etmek. Yani, bir şeyin vücudunu emareleriyle bilmek. 2- Aynelyakîn: Göz ile yakîn hasıl etmek. Yani, bir şeyi göz ile görerek bilmek. 3- Hakkalyakîn: Hakikatı ile yakîn hasıl etmek. Yani, içine girmekle bilmek. Sevgili Üstadımız Bedîüzzaman Hazretleri’nden aldığımız ders ile şu üç kelimeyi şöyle izah ederiz: Meselâ uzaktan bir duman gördük. Orada bir ateşin yandığını biliriz. İlmelyakîn buna denilir. O dumana yakınlaştık, ateşi gözümüz ile gördük; aynelyakîn buna denilir. Ateşin nuru içine girip derecesini anladık. Hakkalyakîn buna denilir.” (Miftah-ül İman)

“Risâle-i Nur’un On Yedinci Lem’a’sının Onuncu Nota’sında ise, marifetullahın hakkalyakin mertebesine bir anlamda şöyle bir açılım getirilir ve ufuk açılır. Bediüzzaman’a göre insanın aklına ve kalbine gelen marifet nurlarını hemen tenkit parmaklarıyla yoklamaması ve tereddüt eliyle tenkit etmemesi gerekir. Aksine, gaflete yol açan sebeplerden sıyrılmaya çalışmalı ve en küçük bir gafleti bile kaldırmayan hassas duygularını uyanık, canlı tutmalıdır. Çünkü hakkalyakine yaklaşan marifetullah delilleri su gibi, hava gibi ve Nur gibidir. Bu delilleri yakalamak için kalbin gözüyle, ruhun bakışıyla muhatap olmak gerekmektedir. Maddî ölçülerle değerlendirilmeye çalışıldığında ise bu ilâhî ve imanî nurlar ya gizlenmekte ya da tamamıyla kaybolmaktadır.” (Yeni Asya gazetesi – Enstitü sayfası)

“Bilinmez sırr-ı Hallâkî ki pûşîde muammadır” der İsmail Hakkı Bursevî, yani, Yaratıcı’nın, yaratıcılığının sırrı hiç bilinmez. Örtülü saklı bilmecedir o sır.

“Çözül(e)mese de o muazzam bilmece
Açılır o örtünün ucu belki esmâ ile”

Allah’ın sünneti sırları saklamaktır. Sırlar ve zihinleri zehirleyen yalanlar vardır. Ölüm ile sırlanmak vardır. Hakikatin sırları üzerindeki örtülerdir. Sebepler sırlara perdedir. “Evet izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında; tevhid ve celal ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.” (Mesnevi-i Nuriye) O hâlde sırları keşfetmede insana ait gereçleri şöyle tespit etmek mümkündür Bediüzzaman’a göre: “Letaif-i Aşere; İmam-ı Rabbanî kalb, ruh, sırr, hafî, ahfâ, insanda anasır-ı erbaanın her bir unsurdan o unsura münasib bir latîfe-i insaniye tabir ederek, seyr ü sülûkta her mertebede bir latîfenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiştir. Ben kendimce görüyorum ki, insanın mahiyet-i câmiasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letaif var. Onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hattâ hükema ve ulema-i zahirî dahi o letaif-i aşerenin pencereleri veyahut numuneleri olan havâss-ı hamse-i zahirî, havâss-ı hamse-i bâtına diye o letaif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar. Hattâ avam ve havas beyninde tearüf etmiş olan insanın letaif-i aşeresi, ehl-i tarîkın letaif-i aşeresiyle münasebetdardır. Meselâ vicdan, a’sab, hiss, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gazabiye gibi letaifi kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letaif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letaiften başka saika, şaika ve hiss-i kable’l-vuku’ gibi çok letaif var.” (Barla Lahikası)

“Her mü’minin sahip olduğu bir tecrübeyi hatırlatıyor; “Ramazan-ı Şerifte mü’minler, derecatına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, manevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letaifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar masumane gülüyorlar.” (Mektubat) 

Mevlana; “Çıkar dağlara giderdik, olmasa Settarlığın” diyor. İnsan “sır”lanarak medenî olarak yaşayabiliyor. Başka bir şekilde “sırlanarak” berzaha gönderiliyor. Günahlar, isyanlar ve niyetler sırlanarak insanı “insan içinde” var edebiliyor. Artık teknoloji o kadar ilerledi ki, kaçınılmaz olarak şu soru akıllara geliyor: Sırlar nasıl saklanacak; yeni çağda sırlar kalmayacak mı? Her şey anlamını yitirecek mi?  Çıplak gerçek mi bizi özgürleştirecek? Bazı gelecek bilimciler teknolojik geleceğin mahremiyeti bitireceğini ve buna alışmak gerektiğini söylüyor. Onların çaresi geçmişe bakmak; geçmişte imkansızlıklar sebebiyle zaten birbirimize çok yakındık; herkes birbirinin ne yaptığını biliyordu. Tekrar o duruma alışmak lâzım. Yani şeffaf toplum. O hâlde sır olmamak demek, şeffaf olmak mı?

Bir de adalet meselesi var şüphesiz. Bediüzzaman, Süleyman Peygamber’in teknolojiye dair bir mu’cizesinden şöyle bir ders çıkarıyordu: “İşte uzak mesafede, celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen diyor: ‘Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz; Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünki bir hâkim-i adalet-pîşe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktar-ı memleketine, her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i mânevîyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.’ Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tamme yapmak için; ahval ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla veriyorum ve madem her bir insana fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev’an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velayet misillü, manen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı her birinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz: ‘Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Şu halde yerin omuzlarında dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş ancak O’nadır’daki [Mülk Suresi: 15] ferman-ı Rahmanîyi dinleyiniz.” (Sözler)

“Mü’minin kalbi sırların kabirleridir” der Gazali. Bediüzzaman ise “…kabr-i kalpten hakaik çıplak çıktı. Nâmahrem olan kimseler nazar etmesin” (Tarihçe-i Hayat) diyor. Işığın gösterdiği kadar görebiliyor ve onun zamanını yaşayabiliyoruz. Işık hareket ettiğinden zamanı ve gerçekliği de yavaşlatıyor, bir kısmını örtüyor. Bugün gördüğümüz ışığın yola çıktığı zamandaki görüntüsünün aynı değilse de gayrı da diyemiyoruz. Bazı sırlar ışık fotonları içine gömülüyor. Hakikat ancak Nurun alâ Nur olan Allah’ın ilminde kalıyor. O’nun (cc) bize öğrettiğinden başkası kalmıyor.

Elif, lâm, mim.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*