Susmak

“Ehl-i kalb için bazan sükût dahi bir konuşmaktır.” (Barla Lahikası)

“Hey gönül, gine bu gece
Kederim geceden yüce.
Gel susalım beraberce
Böyleymiş kara yüzümüz.”
(Sabahattin Ali)

“Konuşursam beni sadece İngilizce bilenler anlayacaktır”  diyordu Charlie Chaplin, ama sessiz bir filmi herkes anlayabilir. (Tabiî, sonunda Şarlo da sesli sinema yapmak zorunda kalacaktı. Bu durum, onun sinemasının özelliğini, özellikle oyun gücünü olumsuz etkileyecekti.)

Hz. Şems, “Sükûtun da sesi var, ama onu anlayacak yürek lâzım” diyordu. Onun yansıması olarak, Hz. Mevlâna, sükûta; incelik, edep ve zarafeti ekleyerek, “Bunlar insanı her gittiği yerde sultan yapar” diyordu.

Susmak cümle kelâmın istirahat hâlidir. Hem de bir faaliyettir. Bediüzzaman bunu hatırlatıyor: “Güya göklerin ve zeminin müteharrik mevcudları ve hareketleri, onların o konuşmalarındaki kelimelerdir ve taharrük ise bir tekellümdür. Demek faaliyetten gelen harekât ve zeval, bir tekellümat-ı tesbihiyedir. Ve kâinattaki faaliyet dahi kâinatın ve enva’ının sessizce bir konuşması ve konuşturmasıdır.” (Mektubat)

O hâlde sanat da bunu taklid etmelidir. Bu zorunluluk bir yerde şöyle anlatılıyor: “Tam bir boşluk, salt suskunluk -kavramsal ya da olgusal olarak- gerçekleştirilemez. Belki de sanat yapıtının başka birçok şeyin bulunduğu bir dünyada var olmasından dolayıdır ki, susma ya da boşluk üreten sanatçının, ister istemez diyalektik bir şey üretmesi gerekir: Dolu bir hiçlik, zenginleştirici bir boşluk, titreşen ya da çok şey söyleyen bir suskunluk. Susma, kaçınılmaz olarak bir konuşma biçimi (pek çok durumda bir yakınma ya da suçlama biçimi) ve diyalogda bir öğe olarak kalır.”  (Örnek Bir Çilekeş, Susan Sontag)

Şu hâlde, çağdaş sanatçılar susmayı iki üslupta savunurlar: Yüksek sesle ve alçak sesle… Yüksek sesli üslup, “doluluk”la “boşluk” arasındaki dengesiz karşıtlığın ürünüdür. Direniş ve sesleniş böyle durumlarda birbirlerini takip ederler. Doluluk ile boşluk arasındaki müthiş çatışmanın ürettiği bir hikâye:

 Risale-i Nur’un Müsadere Hâdisesi Münasebetiyle Isparta Süleyman’ı Rüşdü’nün, Evvelki Fıkrasına Zeyil Olarak Yazdığı Bir Fıkrası

“Hem musibetin aynı gününde Üstadımız gezmekten dönerken, -Hüsrev ve Mehmed’in ihbarıyla- birdenbire sebebsiz ehl-i dünyaya karşı hiddete başlamış. Yirmi beş sene evvel Divan-ı Harb-i Örfî’de kendi i’dam kararını beklerken, sebebsiz, kalbsiz, rütbeli iki adam, mahpus olduğu koğuşa tahkir için geldikleri zaman gayet acib bir surette söylediği o hâle mahsus meşhur bir şetmi üç defa zalim ve garazkâr ehl-i dünyaya karşı sarfediyor. ‘Benden ne istiyorsunuz?’ diye bağırarak tekrar ediyor. Sonra susuyor. Aynı dakikada zabıta, köşkü basmak için yedi-sekiz polis köşkün etrafına girdikleri zamana tevafuk ediyor.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi)

“Dilsiz şeytan” olmak da bir suskunluk hâlidir ki, bunlardan en kötüsü Bediüzzaman’ın: “…ehl-i küfür ve tuğyandır ki, nefis ve şeytana tâbiî olup yalnız hayat-ı dünyeviyeyi tanıyan, hayvan gibi belki daha aşağı sağır, dilsiz, dâllîn güruhudur” (Sözler) dedikleridir. Bu bağlamda bir başka çağdaş kavram olarak, Elisabeth Noelle-Neumann’ın “suskunluk sarmalı” kavramı; bireyin toplum içinde kabul görmek adına düşüncelerini bir kenara atması, suskunluğa bürünmesidir. Buna göre, sarmaldan çıkmanın yolu ise, yaygın medyada ya da kamusal alanda düşüncelerle örtüşen mesajlara rastlanabilmesidir.

Bu kavram, “hakikat-sonrası” dönem kavramlarıyla birlikte kullanıldığında durumun zamanla “dilsiz kalma” tehlikesini büyük oranda barındırdığı görülmelidir.

Bu suskunluğun medya ya da kamusal alanda konuşmaya dönüşmesi hakikat-sonrası dönemde yeni baskıları ve baskılamaları getirebiliyor.

Bu da ya bir kurtuluş ya da yeni bir kayboluşu getirebiliyor.

Susmak ya da “sükût suretinde konuşmak” bir değerli tercih olabilirken; susturmak, adaletsizliğe zemin verir, zorbalık olarak kabul edilir. Bediüzzaman’a göre günahlar böylece ortaya çıkar: “Zira arzu-yu masiyet, vicdandaki imanın sadâsını susturmakla inkişaf edebilir.” (Hutbe-i Şamiye)

Buna karşı hiç susturulamayacak bir ses evrende durmadan (her madde ve mânâya çarparak) yankılanmaktadır:

“Bin üç yüz seneden beri, sahib-i insafı hayrette bırakan ve dünyanın her köşesinde ve beşerin her tabakasında, cin ve beşer lisanında, semavatta melek ve ruhanîler lisanında, en yüksek makam-ı mümtazı işgal eden, o Furkan-ı İlâhî’nin esrar-ı mühimmesinden ve i’caz-ı azîmesinden bir parçası daha, susmak bilmeyen mu’ciznüma bir sadâ ve latîf bir âvâz ve tükenmez bir feyizle karşımıza çıkıyor.” (Barla Lâhikası)

Allah’ın sessiz kulları hayvanlar ve bitkiler de “susmak bilmeyen bir sadâ ile” konuşmaktadırlar. Marta Zaraska, “Bir ormanın içinde dolaşıp derin bir nefes alırsanız ‘sözcükleri’ koklayabilirsiniz” diyor. Beta-pinen gibi kimyasallardan üreterek “cümleler” kurabiliyorlar. Ancak, bu hoş kokulu dili tehdit eden hava kirliliği, çiçek kokularını parçalayarak mesajlarını bozmaktadır. Yine de, bitkilerin farklı kimyasalları ayırt edebilme yetenekleri sebebiyle kendilerini koruyabilecekleri düşünülmekte.

Croce, estetikte, boşluklardan “belirlenmiş alanlar” olarak söz ediyor. Savaş Barkçin, Cins’teki yazısında sükûtu “boşluk” olarak tanımlıyor. Ona göre, sükûtu olmayan seslere tahammül edemeyiz. Çünkü boşluk aynı zamanda bir estetik unsurudur. Hayat şarkısında verilen boşluklar -“es”ler- anlamı belirleyen durakları meydana getirir. Sükût bir resim tuvali gibidir. Üzerine imgeler ve renkler konulur. Elbette, öncesinde, boşluğun, tuvalin, eslerin,  sükûtun doğru yer, biçim ve anlarla belirlenmesi gerekir. Yani, sükût boş bir “yokluk” değildir. Bilâkis, esas, asıl zemindir. Örneğin; esir maddesi, maddenin sükût hâlini ifade eder; aynı zamanda kelimeleri de buradan çıkar.

Yazının devamına dergimizin Aralık sayısından ulaşabilirsiniz…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*