Zor sorular

İnsan sorusuz yaşayamazmış. Aslında sorularımız cevaplarımızdan daha çok… Bugün biraz soru soralım. “Zor sorular…” dedik aslında… Yo yoo; zor sorular, zor…  “Kolay…” diyecektim de kolay değil.

Adın neydi?
Zor… Değil mi!
“Adın neydi?” deyince orada bir durmak lâzım.
Adın neydi?

Hemen söyleyim: Adımın gereğini ne kadar yapıyorum; siz ne kadar yapıyorsunuz? Herkes kendisi cevabını verecek de… Adım: İnsan… Söyleyeyim mi bir daha: Adım: İnsan…

Adımız: “İnsan”. Bir kere burada anlaşmamız lâzım… Bu sorunun cevabını (çok net) vermemiz gerekiyor.
Hani bir söz var ya: “Her zaman kahraman olamayabilirsiniz, ama insan olabilirsiniz.”
Aslında “insan” olmak, “kahraman” olmaktır.

İnsanlığın gereğini yerine getirmek; mesela moral bozmamak, insanlığın şartlarından biri neden olmasın! Bir insana moral vermek, gözlerinin içine bakmak, tebessüm etmek…

Adımız neymiş?
Cevabı çok kolay değil yani, “insan” olmak…
“Ne dedin? Cevabı kolay değil mi? Kolay… Öyle şey olur mu?”

Cevabı kolay; biz zorlaştırıyoruz. Yani zorlaştırdığımıza biraz dikkat çekeyim, dedim. Demek ki zor zannediliyor insan olmak… İnsanlık dışı hâller, bu son yüz senede mi, daha önce mi başladı! Tarihçiler 1700’lerden itibaren başladı, gibi diyor. Ciddi bir çalkantı… Bazıları son yüz yıl diyor. Hangi son yüz yıl! 1900’lü yılların o fırtınası var ya… Bin dokuz yüz…

Doğdum doğalı “insanlık” zorlaştırılıyor. Adımız neydi: İnsan. Peki, bu “insan” ne yapacak? Bu soruyu hep (kendisine) soracak: “Ben kimim?” İnsanım…

Bu “insan” kelimesinin içinde neler var? Çok şey var. İnsan “alışan”  demekmiş. Ünsiyetten geliyor; arkadaş olan… Haa; iyiye de kötüye de… Ama insan deyince iyiye arkadaş olan akla gelir. Öbür türlüsüne başka bir şey diyorlar.

Bir diğeri “unutan” demekmiş. İnsan, nisyandan geliyor, derler. Yani hoşuna gitmeyen bir şey oldu; unut ve rahatla, deniyor. Unutmak güzel bir şey; hoşumuza gitmeyenleri, kötülükleri… Ne bileyim! Çok sevdiğiniz biri dünyayı terk etti. Sürekli onunla yaşarsanız; belki hasta olacaksınız, ama bir müddet sonra unutuyorsunuz

İnsanlığın birçok şartı var da, birinci şartı “samimiyet” olsa gerek. Samimiyet, yani yalansızlık, samimi niyet… Gözlerine bakarken bile, susarken bile doğru söylemek, içinden güzel şeyler geçirmek… Yoksa karşıdaki de seni öyle veya böyle anlar. Çocuk da olsa büyük de olsa anlar. Gözler insanı ele verirmiş. Peki, ne yapacağız? İnsanlığımıza leke sürmeyelim; lekesiz gönderildik bu dünyaya. O zaman adımızın gereğini yerine getirmeye çalışalım ki yerimize başka şeyler oturmasın. İnsanlık koltuğumuza işte o “başka” isimler oturmasın. Adını bile anmayalım, söylemeyelim.

Peki, insanın dili nedir? Türkçe mi? Almanca mı? Arapça mı? Dilimiz neydi? İnsanın bir de dili var: “İnsanca…” Bu insancalık var ya, nice sert kalpleri (Taş kalpleri demiyorum, çünkü taş gibi bir kalbin olsaydı da bir tohumu ağırlasaydı!)… Evet, tohumu ağırlayan, azizleyen, misafir eden taşlar var. Ağaç çıkmış oradan. Rastlıyorsunuz bazen, çekiyorlar fotoğrafını; taşın bağrından bir ağaç çıkmış. Demek ki “taş kalpli”  dememek lâzım… “Geç fark ettim taşın sert olduğunu” diyor Cahit Sıtkı. Yoo; taşın “yumuşak”  olduğunu biz geç fark ettik!

Yazının devamına dergimizin Aralık sayısından ulaşabilirsiniz…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*