Bal arıları yıldız böceklerine karşı

Herkese merhabalar çok sevgili Genç Yorum okurları!

Muhtemelen birkaç dakika içerisinde okuyup bitireceğiniz, benim ise hiç abartmıyorum bir aydır gece gündüz nasıl yazacağımı, ne anlatacağımı düşünerek tüm ev ahalisini ve dostlarımı darladığım yazıma hoş geldiniz! Bazen oluyor işte böyle. İki cümleyi bir araya getiremiyorum. Bazen de iki cihan bir araya gelse çenemi kapatamıyorum.

Yazmak için oturmadan önce bir iki şey planlamıştım ve içimden iki buçuk sayfalık yazı olmuştu, ama şu anda hiçbir şey gelmiyor aklıma. Ablamın bilgisayarının şarj giriş yeri bozuk olduğu ve yerinden oynatıldığında kapandığı için en son bırakılan yerde, yemek masasının üstünde kullanmaya çalışıyorum.

Gözünüzde biraz daha canlandırabilmeniz için betimleyeyim. Hemen arkamda televizyon açık. Annem dün elinde bir demet nergisle gelmişti, onu da vazoya koyup masanın üzerine koymuş. Kendisi belli ki bu güzel çiçekten yayılan kokuya bayılıyor o yüzden sesimi çıkartmıyorum, ama bana ağzı naftalin kokan yaşlı teyzelerle bayramlaşıyormuş hissi yaşatıyor. Bayılmak üzereyim. Kendi yazdığım şeye güldüğüm için televizyonu izleyen aile üyelerimin şaşkın bakışlarına maruz kalıyorum. Öbür yandan annem telefonundan bir şeyler izliyor, oradan da ayrı bir ses geliyor. Ablam da Sivas Spor’un 3 puan kazanarak puan durumunun yükseldiği haberlerini okuyor bize. Evet, şu an fark ettim ki, kimse kimseyi dinlemiyor, ama yine de hepimiz bir arada oturup konuşuyoruz.

Normal şartlarda asla yazı yazmayı tercih etmeyeceğim bir ortam. Ben daha çok herkes yattıktan sonra (herkes derken bütün Türkiye) dikkatimi durduk yere alev alan kombiden başka bir şeyin dağıtamayacağı derin sessizlikte yazarım. Ama artık bu yazıyı ya şimdi yazacağım ya da bir daha asla bu cümleleri okuyamayacaksınız.

Teslim tarihini 15 gün aşmama rağmen sabırla beni bekleyen editörüme ve tüm sızlanmalarıma rağmen gece uyurken beni yastıkla boğmayan değerli dostlarıma teşekkürü bir borç bilirim.

Yok, arkadaşlar olmuyor. Ben bırakıyorum. Gece devam edeceğim bu yazıya.

Hoşça kalın.

Herkese yeniden merhaba. Şu anda saat gece 01:33. Kendimi kandırıp uyumaya çalıştım, ama bir türlü uykum gelmedi, o yüzden bedenimi salona sürükledim. Artık nergislerle baş başayız. Galiba nergisleri camdan fırlatacağım. Suçu da kedimin üzerine atarım. Kendisi belalı bir kedi olduğu için kimsenin benden şüphe edeceğini sanmıyorum.

Dostlar, sizi de kendimi de daha fazla kandırmanın âlemi yok. Akşamdan beri türlü bahanelerle bu yazıyı yazmaktan kaçıyorum. Aslında bir aydır öyle yapıyorum. Baktığın zaman çok da geçersiz bahaneler değil. Konu sadece yazı yazmak olduğunda, ilham gelmemesi, konu bulamamak, odaklanamamak işimi yapmamı engelleyebilecek rasyonel şeyler. Ama hâlâ yalnızca birer bahaneler. Yaklaşık 3 haftadır tatildeyim. Ve sorun bakalım ne yaptım? Sözde iş ve okul yokken kendime zaman ayıracaktım, yarım bıraktığım kitapları bitirecektim, dikiş dikecektim. Hiçbirini yapmadım. Kendimi uyuttum.

Yanlış anlaşılmasın ortada bir depresiflik bir moral bozukluğu yok. Aksine çok dinlendim, mutluyum. Ailemle ve sevdiklerimle bol bol vakit geçirdim. Ve telefonuma şeker patlatma oyunu indirdim. Normalde böyle oyunları hiç sevmem. En son ben ortaokuldayken Ateş Tekerlek diye bir online oyun vardı, onu oynamıştım. Yıllardır arıyorum bulamadım ve bu beni bir miktar üzüyor. O zamandan beri de etrafımdan görüp heves ettiğim ne kadar oyun varsa indirip bir gün içinde sildim. Hiçbirisi mantıklı gelmiyor çünkü. Eğlenemiyorum sonu bir yere varmayacak şeyler yaparken.

Peki, normalde eğlenemiyorsam, içinde mantık olmayan şeylere vaktimi harcamıyorsam, şu anda bana saatlerce şeker patlattıran şey ne? Elbette aciz ve fakir bir mahlûk olarak ebediyet tevehhüm ediyor olmam. Ebedî bu dünyada kalacakmışım gibi, işe ya da okula gitmek zorunda olmadığım günlerde hiçbir şey üretmiyor olmayı kendime hak görüyorum.

Oysa bu günler de benim ömür sermayeme dâhil ve oradan eksiliyor. Nefsimiz işte tam bu noktada kandırıyor bizi. Avını bekleyen hayvanlar gibi pusuya yatıyor ve işten güçten bir nefes alıp rahatlamak istediğimiz anda hamlesini yapıyor. Çünkü nefis her daim rahatı ister. Mesuliyetten kaçar. Vicdanımızı beslemezsek bizi zayıf görüp aldatabilir, Allah korusun.

Nefis ve şeytanımın beni aldatmaya çalışmak için dershaneden evime geldiğim bir vakti kollaması elbette şaşırtmadı. Çünkü gerçek sınav tek başımıza kaldığımızda başlıyor. Bunu daha önce Çekya’ya gittiğimde de yazılarımda anlatmıştım. Bir topluluğun içerisindeyken, yaptığınız işi sizinle birlikte yapan insanlar varken her şey olduğundan kolay gelir. Cemaatle namaz kılmak gibi düşünebilirsiniz. Elhamdülillah ülkemizde ezan okunuyor, hep birlikte camilere gidip cemaatle namaz kılabiliyoruz. Böylesi hem daha kolay, çünkü yalnız değiliz, hem de daha sevaplı.

Dershanedeyken, en yorgun hatta belki en mutsuz günlerimde bile katılmam gereken umumî bir program var. Sabah namazlarımızı arkadaşlarımızla birlikte kılıp namaz tesbihatımızı yaparak, cevşenimizi ve Risale’mizi okuyarak güne başlıyoruz. Akşam namazlarında da aynı şekilde. Sonrasında da Risale-i Nur’dan dersler okuyarak tefekkürümüzü yapıyoruz. Nereden baksan, en tembel en isteksiz olduğum günlerde bile en az 1 saatimi vicdanımı beslemek için ayırıyorum. Tabiî yaşadığımız çağın gönül yorgunluğuna günde bir saat yeterli gelmiyor.

Hâl böyleyken, evime gelmek, nispeten daha özgür olmak beni nefsime karşı savunmasız bırakabiliyor. Böyle zamanlarda birliğin/beraberliğin/cemaat olmanın kıymetini daha iyi anlıyorum. İnsanı nefsiyle baş başa kalmaktan bir nebze kurtarıyor.

Avını düz ovada keklik gibi dolaşırken gören nefis, harekete geçmeye hazırlanıyor. Önce bu tatili hak ettiğini düşünmeye başlıyorsun. Çünkü çok çalıştın. Sonra yapman gereken şeyler için vaktin olduğu yanılgısına düşüyorsun. Sanki yarına mâlikmişsin gibi planlarını erteliyorsun. Ne de olsa yapman gerekenleri yapabileceğin daha uygun bir vakit olacak. Hâlbuki bugünümüze bile mâlik değiliz. Bediüzzaman Hazretleri’nin de dediği gibi “Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı; yarın ise, senin elinde senet yok ki, ona mâliksin. Öyle ise, hakikî ömrünü bulunduğun gün bil.”1

İşte bu yüzden, bir ömrü nasıl geçirmiş olmayı diliyorsak, bulunduğumuz ânı da öyle geçirmeliyiz. Aldanmamalı ve nefsimize de zulmetmemeliyiz. Yıldız böceklerini değil bal arılarını kendimize örnek almalıyız. Evet, yıldız böcekleri daha havalı kabul ediyorum. Ama bal arıları daha çok kârda. Karar bize kalmış.

“Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider. Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan zevâle mahkûmdur, sür’atle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder. Emeller bekàsız, elemler ruhta bâki kalır. Madem hakikat böyledir. Gel, ey hayata çok müştak ve ömre çok talip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emellerle ve elemlerle müptelâ bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al! Nasıl ki yıldız böceği kendi ışıkçığına itimat eder, gecenin hadsiz zulümatında kalır. Bal arısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur; bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder. Öyle de, kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan, yıldız böceği gibi olursun. Eğer sen fânî vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda feda etsen, balarısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücut bulursun. Hem feda et. Çünkü şu vücut sende vedia ve emanettir.”2

Dipnotlar:
1) Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2017, s. 305
2) Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2017, s. 243

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*