Hürriyetin tarihi

“Demek iman ne kadar mükemmel olursa hürriyet o derece parlar.”
(Münazarat)

Hürriyet mi sefîhlik mi?

Genel itibarıyla “hürriyet” meselesi, tarihî anlamda dine ve dinin otoritesine karşı kazanılmış zaferlerin bir hikâyesi olarak anlatılmaktadır.

Mutaassıp kesimlerin hürriyetle ilgili olan ve bunu destekleyen bazı fikirlerinin de bu yaklaşıma yol açtığı görülür.

Hizanlı Şeyh Selim’in “Hürriyet Cehennem’e lâyıktır; çünkü o, kâfirlere mahsustur” şeklindeki meşhur beyti bunlardan birisidir.

Hürriyeti cehenneme lâyık görmek ve kâfirlere mahsus kılmak için elde pek çok tarihî, psikolojik ve sosyolojik veri de vardır. Sarhoş ve namazsız Jön Türkler’in hürriyet ve meşrutiyetle ilgili çalışmaları ve senâkârane sözleri ile hilafet makamındaki padişaha karşı şiddetli eleştirilerine mutaassıp çevrelerin getirdiği yorumlar buna örnek olarak verilebilir.

Jön Türkler’in sefîh olanlarının davranışları yüzünden mutaassıp kesimlerin hürriyete ve meşrutiyete karşı olumsuz tavır takınmalarına karşı Bediüzzaman, sefîhliğin “hürriyetin yoldan çıkmış bir formu” olduğunu beyan ederek şöyle cevap verir: “Hürriyetin râfızîsi de süfehâdır.”

Gerçekte hürriyet meselesi, bütün otoriter kişi ve yapıların haddi aşan uygulamalarına ve zulümlerine karşı verilen haklı mücadelelerin esasını oluşturmuştur. Hürriyetin, müspet, terakkiye yönelten ve adaleti sağlamaya, barış ve huzuru getirmeye ve hem insanın iç dünyasında hem de dış dünyada huzuru sağlamaya yönelik bütün yorumları; vahye istinad eden dinin imana yüklediği anlamdan medet bulmaktadır.

Bediüzzaman, dinin ilk insandan başlayarak yapmaya çalıştığı şeyi “İnsanlar hür oldular; ancak yine abdullahtırlar” (Hutbe-i Şamiye) cümlesiyle ifade eder. Bu sözün hem felsefî hem de tarihî bir arka planı vardır. Bu arka planda insana verilen “irade” gibi bir hediye baş rolü oynamaktadır.

İradenin davası başlıyor

İnsanı diğer varlıklardan ayıran temel özelliğin, onda mündemiç olan irade olduğu söylenir. Gerçekten de insan, tüm diğer özelliklerini harekete geçiren “irade” gibi bir mu’cizeye sahiptir. İnsan, iradesiyle hem fıtrî (verilmiş) hem de kesbî (kazanılmış) bilgisini kullanarak tercihler yapmakta ve sonuçlarıyla yüzleşmek durumunda kalmaktadır.  Bütünüyle karar alma sürecini nasıl gerçekleştirdiği insanın hürriyetini kullanma derecesini ifade eder.

Vahyin metninde anlatıldığı üzere Âdem’in yaratılacağının duyulması bile meleklerde bir telaş ve gizli bir dehşeti uyandırır; zira Âdem, tercih edebilmesiyle, kontrolsüz bir yola girmeye ve çoğunlukla zulmetmeye meyyal bir fıtrattadır. Melekleri kesinlikle haklı çıkaracak olsa da, hiç kimsenin bilmediklerini bilen Rab, varlık âleminde bir şenlik ve isim ve sıfatlarının tecellîlerine bir âyine olsun diye Âdem’i yaratır.

İrade, adeta Âdem’in aynasıdır; bütün sıfatları onda gözükebilir. O, ebedî yaşam ve hürriyet hayâliyle kendisini tutamaz; ebedî yaşam ülkesinde bile yasak olana yönelir. Bu yönelim, bütün varlık âleminde bir düalizmin, ikircikli bir durumun oluşmasına sebep olur. Yaratıcı’nın emri Şeytan’ın kıskançlıktan doğan itirazından çok daha kritik bir eylemle karşı karşıya kalmıştır. Bir tercih ile fıtratın tohumu çatlamış ve Âdem’in hilafet serüveni başlamıştır. “İrade”nin işlemesiyle âlemde gizli olan her bir sıfat sümbüllenmeye başlar; zıtlıklar uç verir, zulmet ve ziyânın, iyilik ve kötülüğün, çirkinlik ve güzelliğin katmanları belirir.

Rahman’ın isimleri âlemde cevelan ederken ‘İradenin Davası’ başlar: Tek başına, dik bir şekilde, hür birisi olarak yaşamak istemektedir. Ancak bu hürriyeti nasıl sürdüreceği bir muammadır. Âdem, Yaratıcı’ya karşı mı yoksa kendisinin süflî olan tarafına karşı mı hür olması gerektiği konusunda şaşkındır. Âlemde rehberlik etsin diye akıl, iradenin yedeğine verilmiş; hürriyeti unutmasın ve Âdem’in yolculuğu devam etsin diye dingin ruha talepkâr nefis eşlik ettirilmiştir.

 

Habil ve Kabil’in çocukları

Âdemlerin çoğalmasıyla yeni bir problem ortaya çıkar; insanın yekdiğerine karşı da hürriyetini koruması gerekmektedir. Âdem Cennet’te karşılaştığı durumla tekrar yüzleşmektedir: Varlığını ya vahye uyup bir düzen içinde korumak ya da güçlü olana karşı sürekli kazanmak için biteviye mücadele etmek durumundadır. Sosyoloji bu tercihle başlamış olur. Vahşet ve Bedevilik Devri’nde Kâbil, hürriyetini güç ve nefis odağında korumayı, anarşiyi tercih eder; Habil’in çocukları hürriyetin iman ile kodlanmış yorumuna dayanarak medeniyeti inşa etmeye başlar.

İnsanın hürriyet konusundaki tercihleri yeni durumları doğurur. Yönetici erkin bilgelikten sapması ve güçlü olanın aşırı zulüm uygulamasıyla, insanoğlu hayatta maruz kalacağı tehditleri azaltmak üzere iradesinin bir kısmını yönetici erke sunmakla yeni dönemi başlatır. Zorbayı bir düzene sokmak, onu bir kanuna tabi kılmak ve insan hürriyetini gelişime açmak için zorunlu bir rüşvet verilmiştir.

Güç sistemi daha güçlü olanın sultasını, medeniyet sistemi daha bilge olanın yönetimini kabul etmekle kendilerini ifade etmeye başladıkları zaman bedevîlikten kurtulmaya başlar; Memlûkiyet Dönemi yükselir. İnsan, insanın kayıtsız şekilde kölesi olmak durumundadır. Şehirler, topluluklar genişledikçe ve köle ticareti yaygınlaştıkça; kölelerin kısıtlı hakları olduğu kabul edilir. Zorbalık, bir kez daha kısıtlanmaya başlamış, beylik ve kabilecilik dönemine, “Esirlik Devri”ne geçilmiştir. Bütün bu geçişler, medeniyetin yükselmesinin temel unsuru olan vahyin insana verdiği değerle mümkün olmuştur. Güç odaklı düşünce, sürekli anarşiye yönelirken vahiy, insanı, paylaşıma, hürriyeti birlikte ve yardımlaşarak elde etmeye yönlendirmiş; dolayısıyla insanlığın gelişmesinin motoru olmuştur.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*